-“SİZ ÖNCE 28 ŞUBAT SÜRECİ İÇİNDE
HANGİ İLİŞKİLER İÇİNE GİRDİĞİNİZİ, 28 ŞUBAT'IN SİZİN SİYASİ
İSTİKBALİNİZE HANGİ KATKILARI YAPTIĞINI AÇIKÇA GÜNDEME GETİRİN”
-“HERKESE BİR KULP TAKIYORSUNUZ
DA 28 ŞUBAT'IN HESABINI SORMA GEREĞİNİ NİYE DUYMUYORSUNUZ. RESMEN DARBE
YAPMIŞ OLANLARDAN NİYE HESAP SORMUYORSUNUZ''
-''SİLAHLI KUVVETLERDEN ELİNİZİ
ÇEKİNİZ. UYDURMA GEREKÇELERLE, YAPAY BAHANELERLE TÜRKİYE'NİN KURUMLARINI
TEHLİKELİ BİR SÜRECİN İÇİNE SOKMAYIN”
-''BİZİM ASKERE SAYGIMIZ VARDIR,
AMA BİZ DİYORUZ Kİ HERKES KENDİ İŞİNİ YAPACAKTIR. ASKER ASKERLİĞİNİ,
SİYASETÇİ SİYASETİNİ YAPACAKTIR”
-“MAHKEMEDE HESABINI VERMEMİŞ
MİLLETVEKİLLERİYLE, PARTİLERİ ANAYASA MAHKEMESİ TARAFINDAN KAPATILMIŞ
OLANLARA 'SEN HAKİM SEÇ', “SEN YENİ ANAYASA YAP” DEMEK YANLIŞTIR”
-''DENİZ FENERİ KONUSU, İKTİDARIN
SİMGESİ HALİNE GELDİ.AKP GİTTİKTEN SONRA DENİZ FENERİ VE HABUR’DAKİ
REZALET İLE ANILACAK...”
-''ALMANYA DENİZ FENERİ e.V. 2
DAVASI AÇACAK. ASIL SANIK DİYE BELİRLEDİĞİ 4 KİŞİYE TEBLİGAT YAPILMASINI
İSTİYOR. 6 AYDAN BERİ TEBLİGAT YAPILMAMIŞ. TÜRKİYE'Yİ BİR SANIĞA
TEBLİGAT YAPMAKTAN ACİZ BİR ÜLKE KONUMUNA DÜŞÜRMENİN SORUMLULUĞUNU NASIL
TAŞIYACAKLAR?''
-''NİÇİN ACABA? BUNLARIN İMTİYAZI
NEDİR? BUNLAR KİMİN HİMAYESİ ALTINDADIR? HER GÜN SAĞA SOLA CAKA SATAN
HÜKÜMETİN, O HÜKÜMETİN HANGİ MENSUBUNUN, BAŞBAKANIN MI, YARDIMCISININ MI
KİMİN HİMAYESİ ALTINDADIR?”
-''ANLAŞILIYOR Kİ ÇOK ÖZEL
BAĞLAR, YAKINLIKLAR VAR. HISIM, AKRABALIK BİLE BENİM GÖZÜMDE BUNU İZAH
ETMEYE YETMEZ. DEMEK Kİ, İÇ İÇE GEÇMİŞ?
-''ADANA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE
BAŞKANI DA, ZAHİD AKMAN DA, SEN DE, BEN DE SORUŞTURULALIM, HEP
HESABIMIZI VERELİM''
-''ELDE AVUÇTA NE KADAR ENERJİ
ÜRETİM TESİSİ, HİDROLİK VE TERMİK SANTRALLAR VARSA, ONLARIN 3'DE BİRİN
SATILMASI İÇİN HAZIRLIKLARIN YAPILDIĞINI VE ÖNÜMÜZDEKİ GÜNLERDE BU
DOĞRULTUDA HAREKETE GEÇİLECEĞİNİ GÖRÜYORUZ''
-''HÜKÜMET ALTIN YUMURTLAYAN
TAVUKLARI SATIYOR. BUNLAR SATILDIĞI ZAMAN NE OLACAK? BUNLAR ZARAR EDEN
TESİSLER DEĞİL. ELEKTRİK ÜRETEN TESİSLER, TÜRKİYE'NİN CAN DAMARI BUNLAR.
SANAYİMİZİN, EKONOMİMİZİN ŞAH DAMARI BUNLAR. HER BİRİSİ ÜRETİYOR VE
ÜRETTİĞİNDEN DOLAYI DA TÜRKİYE KAR EDİYOR. BUNLAR ZARAR EDEN KURULUŞLAR
DEĞİL''
-''CUMHURİYET TARİHİ BOYUNCA ALIN
TERİYLE, EMEKLE ÜRETİLMİŞ O TESİSLERİ GERÇEKLEŞTİREN İNSANLARA 'TAŞ TAŞ
ÜSTÜNE KOYMADILAR' DİYE HAKARET EDECEKSİN, ONDAN SONRA DA ONLARIN
ESERLERİNİ SATARAK AÇIK KAPATACAKSIN. BU SATIŞLAR BİR TALAN”
-''MEMUR ARTIK CEBİNDEN YEMEĞE
BAŞLAMIŞTIR. ÖNÜMÜZDEKİ SEÇİMLERDE BU İKTİDAR BU EMEKLİLERDEN HAK ETTİĞİ
SİLLEYİ YİYECEKTİR''
-''FUTBOL MAÇLARINI, ETNİK
HUSUMET, KARALAMA, DÜŞMANLIK ARACI HALİNE DÖNÜŞTÜRMEMEK HEPİMİZİN
GÖREVİDİR. KENDİ ARAMIZDA FUTBOL MAÇI YAPAMAZ HALE DÜŞMEMELİYİZ. BİZİ
BURAYA DÜŞÜRMEK İSTEYENLERİN OYUNUNU HEP BERABER BOZMALIYIZ''
İletişim Koordinatörlüğü
(Ankara)- Genel Başkan Deniz Baykal TBMM’de, ''Türkiye
Cumhuriyeti'nde, Cumhuriyetin hukuku işleyecektir. Türkiye
Cumhuriyeti'nde Emevi Hukuku, Muaviye Hukuku işlemeyecektir''dedi.
Genel Başkan Deniz Baykal CHP
Grup Genel Kurulu’nda sık sık alkışlarla kesilen konuşmasında güncel
olayları şöyle değerlendirdi;
CHP
GENEL BAŞKANI DENİZ BAYKAL’IN; 16.03.2010 TARİHİNDE GRUP GENEL KURUL
TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA
CHP
Genel Başkanı Deniz BAYKAL – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, sevgili vatandaşlarım;
hepinizi içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum, hepiniz hoş
geldiniz. (Alkışlar) Aramızda muhtar kardeşlerimin de bulunduğunu
öğreniyorum, çok mutlu oldum. Muhtarlarımızı da saygıyla selamlıyorum,
hoş geldiniz diyorum. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin gidişatını bu
grup toplantılarımızda dikkatle izliyoruz, değerlendiriyoruz,
vatandaşlarımıza gözlemlerimizi yansıtıyoruz. Bugün de yine aynı
doğrultuda ekonomideki gelişmeleri, siyasetteki gelişmeleri birlikte
değerlendireceğiz. Değerli arkadaşlarım, 2010 yılının ekonomik gidişatı
ile ilgili ana istikametleri teşhis etmeye çalışıyoruz. 2009 yılının
nasıl yaşandığını çok iyi biliyoruz. Şimdi önümüzde yeni bir yıl var,
2010 yılı. 2010 yılının Türkiye’nin ekonomik sorunları bakımından daha
olumlu, daha yapıcı bir biçimde yönlendirilmesi ihtiyacı var. O nedenle
biz ekonomideki verileri, her aşamada ortaya çıkan yeni gelişmeleri,
rakamları, istatistikleri 2010 yılının ekonomik tablosunu kavrayabilmek
için uzman arkadaşlarımızla birlikte değerlendiriyoruz. Yılın üçündü
ayındayız. Ocak ayı ile ilgili istatistikler ortaya çıkmaya başladı,
diğerleriyle ilgili bazı veriler var, durumu görmeye çalışıyoruz. Bu
çerçevede bakınca gördüğümüz bazı ana noktaları sizinle paylaşmak
istiyorum.
Değerli arkadaşlarım, daha önce de
vurgulamıştık. Enflasyonda hafif bir kıpırdama kendisini gösteriyor ve
çift rakamlı bir enflasyon noktasına doğru Türkiye yönelmiş durumdadır.
Enflasyondaki hareketlenmenin faizlere yansıması söz konusudur. Faizler
ekonominin genel dengelerini çok ciddi şekilde etkileyebilecektir. O
açıdan enflasyonu ve faizleri dikkatle izliyoruz. Orada böyle bir
olumsuz gelişmenin ilk işaretlerinin aldık. Eminim hükümet de bunu
almıştır, değerlendirmektedir, biz de dikkatle bakıyoruz. Bunun ötesinde
asıl ben herkesin dikkatini şu noktaya çekmek istiyorum. Türkiye’de
tekrar bu ekonomik durgunluk dönemi artık geride kalmış olması gerekir
diye düşünerek bakıyoruz, ekonomik durgunluk döneminin artık sonuna
geldiğimizi kabul ederek bakıyoruz. Bu çerçevede önemli yeni bir gelişme
olarak ekonomimizin dış açığının, cari işlemler açığının dikkatle
izlenmesi gereken bir düzeyde artmaya başladığını görüyoruz. 2009
yılında ekonomi daralınca dış açık azalmaya başlamıştı, cari açık kabul
edilebilir bir düzeye inmişti ama onun bedeli ne idi? Yüzde 6’lık bir
küçülmeydi. Küçülen bir ekonomide dış açık azalır, öyle bir tablo ile
karşı karşıyaydık. Şimdi henüz büyüyen, yeter, tatmin edici düzeyde
büyüyen bir ekonomi noktasına gelmedik. Sanayide hafif kıpırdamalar var,
toparlanacak umudunu, izlenimini bize veren küçük küçük hareketlenmeler
var, henüz ciddi bir kıpırdama ortaya çıkmış değil; ekonomi tekrar
etkili bir büyüme aşamasına taşınabilmiş değil ama daha şimdiden
ekonomi, sanayi büyüme aşamasına gelmediği hâlde, daha şimdiden kaygı
verici bir cari açık manzarasıyla karşı karşıya gelmeye başladık. Bu,
dikkatle izlenmesi gereken bir durum yaratıyor. Gerçekten geçen yılın
ocak ayındaki cari işlem açığıyla bu yılın ocak ayındaki cari işlem
açığını karşılaştırdığımız zaman 6 kat artmış olduğunu görüyoruz. 491
milyon dolarlık bir cari açık vardı geçen yılın ocak ayında, 500
milyonun hemen altında, şimdi 3 milyar dolar sınırına geldi, 2 milyar
959 milyon dolarlık bir cari açık ocak ayında çıktı. Ocak ayında bu cari
açığını mazur gösterecek bir hareketlenme, bir büyüme, bir kalkınma söz
konusu değil. Bunun altında ne var? Bakınca bunun altında şu var: Dış
ticaret açığının kaygı verici biçimde yükselmiş olması gerçeği var. Yani
Türkiye’de ocak ayında bu 3 milyar dolara yakın cari açık, ödemeler
dengesine ocak ayındaki 491 milyon dolar açıkla mukayese edildiği zaman 6
katına yakın bir artışı ortaya koymaktadır. Bu açık Türkiye’de dış
ticaret açığının tekrar yükselmeye başlamasından kaynaklanmıştır. Ocak
ayında dış ticaret açısından bakınca ihracatta anlamlı bir yükselmenin
ortaya çıkmadığını görüyoruz. Önemli kayda değer bir ihracat artışı yok
ama ithalatın yüzde 25 bir artış kaydettiğini görüyoruz. İthalat ciddi
şekilde yükseliyor, buna karşılık ihracat yerinde sayıyor, aradaki dış
ticaret açığı Türkiye’de bizi krize sürükleyen o politikanın başlangıç
dönemlerinde tanık olduğumuz gibi tekrar cari açık biriktiren bir
ekonomi tablosu ortaya koymaya başlıyor. Değerli arkadaşlarım, tabii
Türkiye’de bütçe açıkları, dış ödemeler dengesinde ortaya çıkan bu
açıklar ekonominin geleceğiyle ilgili uyarılar olarak dikkate
alınmalıdır. Bu açıdan olaya bakmak mutlak bir zorunluluktur.
Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de bu tablo, 2010
Ocak ayında resmi rezervlerin yaklaşık 750 milyon dolarlık bir azalma
yaşamasına neden olmuştur. Bu tablo, rezervlere olumsuz yansımıştır, 750
milyon dolarlık bir azalma kendisini göstermiştir. Şimdi, sanayide
takvimden ve mevsimsel etkilerden arındırılarak bakıldığı zaman sanayide
rakamlarda kendisini gösteren yükselişin aslında reel bir yükselişi
göstermediğine tanık oluyoruz. Sanayide bir yükselme olmadan Türkiye’de
dış ticaret açığında ve cari açıkta kaygı verici bir tablo kendisini
gösteriyor.
Değerli arkadaşlarım, bu bir bozulmayı ortaya
koyuyor, dengelerde bir bozulmanın ilk işaretleri ortaya çıkmaya
başlamıştır. Bu açıkların finansmanında da giderek kaynağa
belirlenemeyen fon girişlerine ve rezerv çözülmelerine tanık
olunmaktadır. Şimdi, bu manzaraya karşı hükümetin yapıcı, kalıcı yapısal
nitelikte bir politika arayışı içinde olduğunu görmüyoruz. Tam tersine
o, büyük bir rahatlık içinde bu tabloyu sürdürüyor. Bir hazırlıktan söz
etmek gerekirse o hazırlıkta şu noktaya ortaya çıkıyor: Önümüzdeki
dönemlerde yeni bir Türk ekonomisinin temel ekonomik payandalarının,
dayanaklarının satılması yoluyla, elden çıkarılması yoluyla bir kaynak
tedarik edilmesi ve geçici bir çözüm olarak günü kurtarmaya yönelik bir
çözüm olarak ortaya çıkan bu kalıcı açıkların elde avuçta ne varsa
onların satılması suretiyle şimdilik dengelenmesi politikası içine
girmekte olduğunu görüyoruz. Bu, tabii çok önemli bir olaydır. Buna
herkesin dikkatini çekmek istiyorum. Türkiye’de elektrik enerjisinin
kurulucu gücünün yaklaşık üçte 1’inin elektrik üretim anonim şirketi
aracılığıyla 45adet termik ve hidrolik santralin satılması
hazırlıklarına başlandığını görüyoruz. Türkiye’de tarihimiz boyunca
gerçekleştirilmiş bir elektrik enerjisi üretim tesislerinin üçte 1’ine
yakın bir kurulu gücün, sadece kaynak tedariki ihtiyacıyla, açık
kapatmak anlayışı içinde ithalatı finanse etmek için, bu artan ithalatı,
dış ticaret açığını finanse etmek için, cari açığı finanse etmek için
elden çıkarılma noktasına gelindiğini görüyoruz. Bu iyi bir gidiş
değildir. Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de özelleştirme politikası
geçmişte de ne yazık ki sadece kamunun finansman ihtiyacına çare
oluşturmak ihtiyacıyla, arayışıyla gerçekleştirildiğine tanık olduk.
Yani ekonominin daha rasyonel işlemesi, daha rekabet yapabilmesi, zarar
eden kuruluşların zarar etmekten kurtarılabilmesi, kâr eden, verimliliği
yükselen kuruluşlar hâline dönüştürülmesi amacıyla bir ekonomik
rasyonalizasyon, bir ekonomik verimlilik aracı olarak, yöntemi olarak
uygulanmadığına tanık olmuştuk. Şimdi bunun çok önemli, çok kritik bir
yeni aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Bu defa elde avuçta ne kadar enerji
üretim tesisi varsa, hidrolik ve termik santraller onların üçte 1’nin
satılması için dokuz paket hâlinde hazırlıkların yapıldığını ve
önümüzdeki günlerde bu doğrultuda harekete geçileceğini görüyoruz.
Ekonomiye bakınca bu iyi bir gidiş değil, neye güveniyorlar, bu gidişin
sonu kötü, bu harcama, bu açık düzeni, bu dış ödemeler dengesinde ortaya
çıkan olumsuz belirtiler kaygı verici diye düşünürken şimdi anlıyoruz
ki onların güvendikleri Türkiye’nin enerji tesislerinin satılması,
paraya döndürülmesi. Değerli arkadaşlarım, bunlar satıldığı zaman ne
olacak? Bu tesisler zarar eden tesisler değil, bunlar elektrik üreden
tesisler, Türkiye’nin can damarı bunlar, sanayimizin, ekonomimizin şah
damarı bunlar. Her birisi üretiyor ve ürettiğinden dolayı da biz kâr
ediyoruz, Türkiye kâr ediyor. Yani bunlar zarar eden kuruluşlar değil,
kâr eden kuruluşlar. Kâr eden kuruluşları satacağız. Satarken diyeceğiz
ki birine, ya, benim toplu paraya ihtiyacım var. Sıkıştım. Bak, sana çok
kârlı bir teklifim var. Bunlar altın yumurtlayan tavuklar. Al bunları
sana vereyim. Sen bunu birkaç yıl içinde zaten telafi edersin. Bana,
birkaç yıl içinde elde edeceğin kazancı şimdi ver kardeşim, bana şimdi
lazım. Tam bu sıkışık tablosudur.
Değerli arkadaşlarım, hem bunu yapacaksın hem
de cumhuriyet tarihi boyunca alın teriyle, emekle üretilmiş o tesisleri
gerçekleştiren insanlara “taş taş üstüne koymadılar” diye hakaret
edeceksin, ondan sonrada onların eserleriyle açık kapatacaksın.
(Alkışlar) Yani aile ekonomisine baktığın zaman gelirinden fazla masraf
var, israf var, lüks harcama var, yalan yanlış kaynak kullanma var,
borçlar birikmeye başlamış, borç alamaz hâle gelmişsin, sıkışmışsın,
hadi bakalım evin içinde ne var, hanımın kolundaki altın bilezikleri,
boynundaki beşi bir yerdeleri çıkarın bunları bakalım bunları satalım
anlayışından daha kötü bu şimdi uyguladıkları çünkü altının öyle bir
getirisi yok ama bu enerji tesislerinin yıllık getirisi de var. Yıllık
getirisi olan bu tesisleri satma projesi. Bu, talandır değerli
arkadaşlarım, bu talandır. (Alkışlar) 16 bin megavat kurulu gücündeki 45
adet termik ve hidrolik santral paketler hâlinde satılacak. Ne o?
Bunlar ekonomiyi yönetiyor olacak. Yani kendilerine emanet edilmiş,
kazanç getiren, kâr getiren tesisleri devreden çıkararak Türkiye
ekonomisi yönetmeye gayret eder hâle gelmişlerdir. Bu çok üzüntü verici
bir olaydır. 10-15 milyar dolar alacaklar bundan. O 10-15 milyar doları,
hiç kuşku yok, o tesisler en kısa zaman içinde karşılayacaktır. Değerli
arkadaşlarım, bu, günü kurtarmak içini yapılan bir işlemdir, kalıcı bir
çözüm değildir. Politika yanlıştır. İzlenen politika kendi sorunlarına
çözüm üreten bir politika değildir. Yani kalkınma demek, kalkınmak için
gereken kaynakların fazlasını zaman içinde bize kazandıracak kararlar
alıyoruz, tercihler yapıyoruz, ekonomi zaman içinde taşınan yükten
fazlasını ortaya koyacak durum demektir. Böyle bir şey yok. Kurdukları
sistem menfi çalışıyor, olumsuz çalışıyor. Menfi çalışan, olumsuz
çalışan, açık veren ekonomiyi, yaptıkları yatırımın sağladığı üretim
gücüyle, kazancıyla değil, eldeki avuçtaki hazır kazanç kapılarını
devrederek, satarak kapatma yaklaşımı. Çok üzüntü verici bir nokta. Bunu
dikkatle izleyeceğiz. Önümüzdeki aylardaki açık tablosunu, borç
tablosunu ve hükümetin bunu kapatmak için bu kadar sorumsuz mirasyedi
anlayışı içinde, savurgan bir anlayış içinde hovardalık yaparcasına her
türlü açığı verip, israfı yapıp sonrada elde avuçta ne varsa onları
satarak bunu kapatma politikasının yanlışlığını bütün gücümüzle
anlatacağız.
Değerli arkadaşlarım, önce buna hepinizin
dikkatini çekmeye çalışıyorum. Bildiğiniz gibi, ısrarla söylüyoruz,
enflasyondaki kıpırdanma hem faizler bakımından kaygı vericidir hem de
vatandaşın geçim düzeyi bakımından sorun yaratmaya başlamıştır. Geçen
defa da söylemiştim, tekrar ifade etmek istiyorum. Memurlara ocak ve
şubat ayları için yaşanan enflasyonun ancak karşılanacağı kadar yıllık
maaş artışı verdiler. Memurlara verilen yıllık maaş artışı 3,78, ocak ve
şubat ayında ortaya çıkan enflasyon 3,32, yani iki ay, neredeyse
memurların bütün bir yılda elde edecekleri artışın tamamına yakınını
3,78-3,32 götürmüştür. Memur artık cebinden yemeye başlamıştır, hazırdan
yemeye başlamıştır. Memur önümüzdeki ayın enflasyonu ölçüsünde
yoksullaşacaktır. Her şey bu yana sadece bu faktöre dayanarak olarak
söylüyorum, sadece resmi istatistiklere dayanarak söylüyorum, resmi
istatistikleri kabul ederek söylüyorum. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki,
enflasyon resmi istatistiklerin ifade ettiğinden daha fazladır, memurun
tüketim manzarası göz önünde bulundurulacak olursa o enflasyonla bu ilan
edilen enflasyonun ilgisi yoktur. Memur daha şimdiden darbeyi yemeye
başlamıştır. Emekli daha da beter durumdadır. Emekli aynı enflasyonu
yaşıyor, yani ocak ve şubat aylarında 3,32’lik enflasyonu yaşıyor,
memura bütün bir yıl ortalaması olarak verilen 1,83; 1,83 maaş artışı,
ona karşılık ocak ve şubatta 3,32, onun ki ocak ayında gitti zaten,
emekli on bir ay o cepten yiyor. 11 ay onun boynu büküktür, şimdiden
yoksullaşmaya başlamıştır. Şubatta yoksullaşmıştır, martta
yoksullaşmıştır, bundan sonrada öyle devam edecektir. Yargı kararına
bağlanmış olan hakları olan alacaklarını vermediler, KEY alacaklarını
vermediler. Emeklileri zaten bu hükümet yok sayıyor, bildiğiniz gibi
emeklilerin ücret artışı konusunda Türkiye ekonomisinde büyüme ortaya
çıkınca büyümeden pay vermeyi de reddediyor, yani kalkındığımız zaman da
sana kalkınmadan pay yok diyor, Türkiye’nin kalkınan geleceğinde sana
yer yok kardeşim diyor. Yani böyle bir anlayış içindedir. Öyle
zannediyorum ki, önümüzdeki seçimde bu iktidar, o emeklilerden hak
ettiği silleyi yiyecektir, bütün bu gerçekler ortadadır. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, güncel gelişmelerle
ilgili olarak bir iki noktaya da dikkatinizi çekmek istiyorum. Önce bu
öğretmen arkadaşlarımın feryadına herkesin kulak vermelidir. Öğretmen
konusu Türkiye’nin en temel konusudur. Türkiye’de öğretmen ihtiyacı çok
açıktır. Yetişmiş, görev yapamayan öğretmen birikimi de yine bir çarpık
tablo oluşturmaktadır. Devlette öğretmene ihtiyaç var, dışarıda,
ailelerinde, evlerinde, analarının babalarının yanında elinde
diplomasıyla yetişmiş öğrencisiyle buluşamayan öğretmen manzarası var,
çarpık bir tablo var. Bakın en son Milli Eğitim Bakanlığının kendi
rakamlarıyla –hep burada söylüyoruz, resmi rakamlar çıktı, ona dayalı
olarak bir kez daha hatırlatmak istiyorum- Türkiye’de 717 bin öğretmene
ihtiyaç olduğunu, 584 bin öğretmenin bulunduğunu ve öğretmen açığının
133 bin olduğunu resmen kabul ediyor. Buna baktığımız zaman bunun
yanıltıcı olduğunu da görüyoruz çünkü aslında öğretmen açığı çok daha
fazladır. Öğretmenlerin önemli bir kısmı, yüzde 23’ü kadrosuz,
sözleşmeli ve ders ücretiyle çalışan öğretmen konumundadır. Yani
Türkiye’de 120 binin üzerinde öğretmen sözleşmeli öğretmen olarak
çalışmaktadır ve ders başına ücret alarak çalışmaktadır, yani güvencesi
olmayan, kendisini eğitime adama durumunda olamayan, sürekli bir iş
arayışı içinde olan, güvensiz konumda Türkiye’deki öğretmen kadrosunun
neredeyse dörtte 1’i bu tablo içindedir. Öbür taraftan da bütün hayatını
eğitime vermeye hazır, bunun için yetiştirilmiş başarılı, diplomasını
almış hizmet vermeye hazır 200 binin üzerinde gencimiz dışarıda
beklemektedir. Bu bir an önce çözülmesi gereken bir temel konudur. Buna
bir kez daha burada dikkati çekmek istiyorum.
Değerli arkadaşlarım, bu çerçevede bir önemli
eğitim alanındaki yeni gelişmeye de dikkatinizi çekmek istiyorum.
Biliyorsunuz biz, üniversite giriş sınavlarıyla ilgili sistemin haksız,
adaletsiz, yanlış, verimsiz olduğu kanaatindeyiz. Bunu da ifade
ediyoruz. Bu konuda çok köklü bir değişimi taahhüt ediyoruz. Cumhuriyet
Halk Partisi iktidarında gençlerimizin üniversiteye giriş sistemi köklü
bir biçimde değiştirilecektir. (Alkışlar) Şimdi, bu arada bir gelişmeye
dikkatinizi çekmek istiyorum. Şubat ayının içinde YÖK, 18 Şubatta,
İnternetteki sitesinde bir karar açıkladı. Dedi ki, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti hariç yurttaşlarımızın yurt dışındaki liselerden mezun olan
Türk vatandaşlarının üniversiteye sınavsız olarak girmesi
kararlaştırılmıştır. Yani şimdi YÖK diyor ki, ben, Türkiye liselerinden
mezun olan öğrencileri sınava sokarım. Öyle bir sınava sokarım ki
elerim, perişan ederim, girenlerin küçük bir kısmını ancak üniversiteme
alırım ama eğer benim karşıma ben yurt dışındaki bir liseden mezun oldum
diye birisi gelirse, yurt dışındaki bir lisede ben okudum diye birisi
gelirse ona sınav yapmaya gerek yok. Sınav, bizim kendi milletimize
yapacağımız eziyet. Bizim milletimizin içinden dışarıya giderek,
dışarıdan vize alarak, onay alarak, diploma alarak Türkiye’ye gelecek
olanlara eğitim sistemimizin bütün kapıları açık. Değerli arkadaşlarım,
böyle bir şey olabilir mi? Alınmış karar bu. Yani yurt dışındaki
liselerden mezun olan kişilere, Türk vatandaşı da olabilir, yabancı da
olabilir bir ayrım yok, yeter ki sen yurt dışından diplomayla gel,
Afrika’dan diplomayla gel, Asya’dan diplomayla gel nereden gelirsen gel,
değerli arkadaşlarım, eğer sen oradan geldinse buyur ama sen Afyon
Lisesinden gelmişsen, Diyarbakır lisesinden gelmişsen, Ordu lisesinden
gelmişsen, Niğde lisesinden gelmişsen, Kars lisesinden gelmişsen, Yozgat
lisesinden gelmişsen dur bir dakika, sınava sokarım ancak geçersen
gelirsin. Ama sen, Bakü’deki bir okuldan, Almata’daki bir okuldan,
Sidney’deki bir okuldan diploma alıp gelirsen başımla beraber. Böyle bir
şey olabilir mi? Bakalım göreceğiz. YÖK kararı ilan etti. Bunlar hafif
alıştırma, zemin oluşturma girişimleri, milletimizin haberi olsun. Bizim
görevimiz bu gelişmeleri tespit etmek ve milletimize bunu anlatmaktır.
Böyle tuzakların, böyle tezgâhların işletilmesini engellemektir. Herkes
sınava girecek sınav olacaksa. (Alkışlar) Ya da Cumhuriyet Halk
Partisinin düşündüğü ve söylediği gibi sınav olmayacaksa o zaman herkese
sınav olmayacak, hiç kimseye sınav olmayacak. (Alkışlar) Onu eğitim
düzeni içinde çaresini al. Öğrencilerini daha ilk eğitim sonrası, orta
eğitim noktasında yeteneklerine göre, eğilimlerine göre, becerilerine
göre, tercihlerine göre, hocalarının değerlendirmesine göre, ailelerinin
değerlendirmesine göre, çocuğun kendi sınavda ortaya koyacağı sonuca
göre onları oradan yönlendir, orta eğitimden itibaren yönlendir. Kim
meslek okuluna gidecek, kim diğer fakültelere gidecek bunlar belli olsun
ve Türkiye israf etmesin. Şimdi 2 milyon çocuğumuzun 2 milyonu da sanki
üniversiteye girecekmiş gibi eğitiyoruz, sonra kapıya gelince diyoruz
ki, 400 bininiz iyi kötü üniversite diyeceğimiz tarifin içinde yerinizi
alırsınız, 1 milyon 600 bininiz geriye. Ya, 1 milyon 600 bin kişi, ya,
beni niye okuttun, niye buraya gireceğim diye umut verdin, niye burayı
göreceğim diye benim zamanımı, yeteneklerimi, yanlış olarak kullandın?
Ben, şimdi anlaşılıyor ki burada olamayacağım. Olacağım yere niye beni
hazırlamadın? Olabileceğim yeri niye doğru tespit etmedin, zamanında
tespit etmedin, beni niye oraya yönlendirmedin? O beni ilgilendirmez
anlayışı içindeyiz. Bunu değiştireceğiz değerli arkadaşlarım. Ama öyle
gözüküyor ki, yurt dışından imtiyazlı bazı kesimlerin eğitim engeliyle
karşılaşmadan üniversitelerde yer tutması ihtiyacı ortaya çıkmış, bunun
gerekleri yerine getirilmeye başlanmış. Türkiye’de bir puan tartışması
kıyameti koparıyor, öte yandan siz, açmışsınız kapıyı birilerine,
öbürlerine de bir elek koymuşsunuz geç geçebilirsen. O eleğin içinden
Türkiye’de okuyan, Türkiye’de okumak zorunda olan, Türkiye’de okuyan bu
memleketin evlatları, bu memleketin okullarında okumuş olan evlatları
giremeyecek, yurt dışındaki okullardan süzülüp gelenler bütün
üniversitelere istediği gibi girecek. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, güncek gelişmelerle
ilgili olarak son günlerde futbol maçlarında ortaya çıkan durumla ilgili
olarak da bir iki gözlem yapmak istiyorum. Maalesef Türkiye’de spor
yarışmalarının zaman zaman çığırından çıktığına tanık oluyoruz. Aslında
bu dünyanın her yerinde belli bir ölçüde kendisini gösteren bir durum.
Türkiye’mizde de geçmişte de spor temasları bir gerginliğe zaman zaman
vesile olur, çatışmalar ortaya çıkar, yaralanmalar kendisini gösterir,
bunları hep beraber yaşamışızdır. Ama şimdi olayın Türkiye’de sıradan
bir yöresel çatışma olmanın ötesine geçme tehlikesiyle bizi karşı
karşıya getirmekte olduğunu görüyorum. Uzun süreden beri bu gelişmelerin
işaretlerini görüyoruz. Biz çok özenle bu konuya yaklaşıyoruz.
Türkiye’de yaşanan maçların bir etnik çatışma izlenimi vermemesini
sağlamak hepimizin ortak görevidir, sorumluluğudur. Herkesin kendi etnik
kimliği vardır. Herkesin etnik kimliği onun şerefidir, onurudur, herkes
kendi kimliğiyle iftihar edecektir ama futbol maçlarını bir etnik
husumet, bir etnik karalama, bir etnik düşmanlık vesilesi hâline
dönüştürmemek hepimizin temel görevidir, sorumluluğudur. Bakınız bu
çerçevede hep belli maçları heyecanla özel bir ilgiyle izleriz. Bir süre
önce Antalya’da bu olayların ortaya çıkmaya başladığı sırada, bir
Diyarbakır-Antalya Spor karşılaşmasının ortaya çıkacağı dönemde
Diyarbakır Spor yöneticilerinin olumlu ve yapıcı yaklaşımlarıyla,
Antalya Spor yöneticilerinin aynı şekilde yaklaşımlarıyla çok kardeşçe
bir ortam içinde tarafların birbirlerini alkışladığı, birbirlerine güzel
sözler söylediği gerçekten çarpıcı muhteşem bir maç yaşamıştık. Çok
güzeldi. Bunun herkese örnek olması gerektiğine inanıyorduk, böyle
yaşanması gerektiğini düşünüyorduk ama maalesef bunu sürdüremediğimizi
görüyorum. Bundan da büyük üzüntü duyuyorum. Bu geldiğimiz aşamada bu
konuya özel bir duyarlılıkla herkesin yaklaşmak temel görevidir, tuzağa
düşmemeliyiz, milletçe de tuzağa düşmemeliyiz. Stadyumdaki seyirciler
düşmemelidir, Futbol Federasyonu düşmemelidir, hakemler düşmemelidir,
sporcular düşmemelidir, seyirciler düşmemelidir, hiçbirimiz düşmemeliyiz
ve Türkiye’de hepimizin özlediği güzel spor yarışma ortamını kendi
kuralları içinde mutlaka çalıştırabilmeliyiz, ayakta tutabilmeliyiz. Bu
konuda önümüzdeki günlerde umarım hepimizi rahatsız edecek, üzecek
olumsuz gelişmeler ortaya çıkmaz. Bu lig barış içinde tamamlanır. Bütün
takımlar, elbette yanlış yapanlar hakkında ne gerekiyorsa gereken
kararlar alınır ama bir tasfiye sonucu ortaya koyacak, üzüntü verici
kırılganlıklara yol açacak gelişmeler umarım ortaya çıkmaz. Bunun
önlemini, çaresini hep beraber ararız, buluruz. Bu konuda Diyarbakır
Spor yöneticilerine de çok büyük görev düştüğü kanısındayım. Onların da
bu konuda gereken anlayışı ve duyarlılığı sergilemelerini bekliyorum.
Türkiye olarak bir an önce kendi aramızda futbol maçı yapamaz hâle
düşmemeliyiz. Bizi buraya düşürmek isteyenlerin oyununu hep beraber
bozmalıyız. Bu anlayışımı da sizlerle paylaşmak istiyorum.
Yine bu çerçevede, Diyarbakır’dan söz
açılmışken, bizi de üzen ve Diyarbakır’ı da çok üzdüğünü gördüğüm bir
gelişmeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Yani elli yıldan beri görev
yapan Diyarbakır’ın Göğüs Hastalıkları Hastanesini kapatma kararı
alınmış, orayı dağıtıyorlar. Bu, çok büyük bir rahatsız yaratmış
Diyarbakır’da. Bize de başvurular oldu. Bu konuda bizleri, iktidarı,
herkesi Diyarbakırlılar göreve çağırıyor. Gerçekten bu hastanenin
yıllardır çok başarılı bir görev yaptığını biliyoruz. Sadece 2009
yılında 94 binin üzerinde, 95 bine yakın poliklinik yapmıştır ve 3 500
hastaya yatılı tedavi vermiştir. Bu birikimi, bu yeteneği olan
Türkiye’nin önemli bir hastanesidir. Bunu şu nedenle bu nedenle dağıtmak
öyle anlaşılıyor ki Diyarbakır kamuoyunu ciddi şekilde rahatsız
etmiştir ve onlar, hepimizden bir platform oluşturarak, Tabip Odaları,
Veteriner Hekimleri, Eczacılar, Diş hekimleri, Sağlık İş temsilcileri
bütün sağlık sektörünün örgütlü temsilcileri, bu konuda bizi göreve
çağırmaktadırlar. Haklı bir uyarı olarak hükümetin dikkatini bu noktaya
ben de çekmek istiyorum.
Değerli arkadaşlarım, yine geride bıraktığımız
günlerde tartışılan bir konuya da kısaca değinmek isterim. Biliyorsunuz
biz, anayasa değişikliği tartışmaları vesilesiyle siyasetin yargıya
müdahalesinin yaratacağı sakıncaları sık sık vurguluyoruz, bunun yanlış
olduğunu ifade ediyoruz. Bu çerçevede şu somut olayı da sık sık dile
getiriyoruz. Diyoruz ki Mecliste 550 milletvekili var, 608 dosya var. Bu
608 dosyanın gereği yerine getirilmemiş, milletvekilleri mahkemede
hesabını vermemiş, mahkemenin önüne çıkmamış, hâkimle yüz yüze gelememiş
şimdi bunlara sen hâkim seç diyeceğiz. Hem de hangi hâkimi seç
diyeceğiz? Bütün hâkimleri seçecek olan hâkimleri sen seç, belki seni
Yüce Divan olarak yargılayacak olan Anayasa Mahkemesi üyelerini sen seç
diyeceğiz bu yanlıştır diyorduk. Ben buna bir cevap gelir mi diye
bakıyordum, tabii hiç kimsenin bir şey söylediği yok ama şöyle bir cevap
çıktı iktidardan: Dediler ki, Baykal bunu söylüyor, 608 değil, 576,
yani 550 milletvekili ama 576 dosya varmış, Baykal 608 dosya diyormuş, o
nedenle biz yanlış söylüyormuşuz. Değerli arkadaşlarım, onun üzerine
bir kez daha dikkatle baktım. Gerçekten yanlış söylediğim ortaya çıktı.
Şu andaki 550 milletvekiliyle ilgili isnat edilen suç adeti 664’tür,
yani 609 değil…(Alkışlar) …587 diye teselli arıyorlardı onun üzerine
baktık, isnat edilen suç adedinin, hakikaten haklılarmış, 609 olmadığını
ama 664 olduğunu gördük. Tabii bu her an değişiyor olabilir, her an
değişebilir. Yani şu andaki vaziyet nedir ama en son elimize 10 Mart
tarihi itibariyle elimizdeki verilere göre 664 adet suç isnat edilmiştir
milletvekillerine. Şimdi bu noktayı da böyle belirttikten sonra değerli
arkadaşlarım, gelelim önemli bir konuya, bu Deniz Feneri ile ilgili
yeni aşama.
Değerli arkadaşlarım, bu Deniz Feneri konusu bu
iktidarın simgesi hâline gelmiştir. Ben zaman zaman kendime soruyorum:
Bu iktidar çekip gidecek inşallah kısa zamanda. (Alkışlar) Bu çekip
gittikten sonra acaba bu dönemi, bu AKP dönemini neyle hatırlayacağız,
millet neyle hatırlayacak diye kendi kendime soruyorum. Bunun iki
cevabını buldum, sizler de katkı yapabilirsiniz. Bir, Deniz Feneri ile
hatırlayacak AKP’yi, bir de Habur Kapısındaki o skandalla, o hukuka
yapılan tecavüz olayıyla, o büyük hukuki ve siyasi skandalla ve Deniz
Feneri ile bu iktidarı hatırlayacak. Yani bir an önce şunu ele alın,
bağlayın, çözün, bir sonuca ulaştırın hiç böyle bir şey yok. Bakınız her
an boyuna bu konu kanamaya devam ediyor. Yani değerli arkadaşlarım,
bakınız daha yeni gelişmeyi söyleyeyim size. Almanya’nın talebiyle 2009
Ekiminde Türkiye’de ifadeleri alınan 4 sanıktan sadece 1’ine mahkeme
ilamının ulaştırıldığı diğerlerine ise ulaştırılamadığı ortaya
çıkmıştır. Yani Almanya, önce bir yargıladı, mahkûm etti ve bu arada
bize yazı yazdı. Dedi ki, “Esas ela başılar sizde. Şu insanlarla ilgili
olarak da derhal harekete geçmeniz gerekir.” Biz geçmedik, geçtiysek de
bilmiyoruz. Bir yılı aştı hâlâ iddianame yok. Nasıl geçtik diyeyim ben,
bir oldu iddianame yok. Değerli arkadaşlarım, şimdi Almanya’da İkinci
Dalga Deniz Feneri soruşturması, “şu kişilerle ilgili mahkeme ilamını
tebliğ et” diyor. “Ben yargılayacağım” diyor Almanya. İkinci yargılama
bu, yeni yargılama “Ben yargılayacağım” diyor. “Benim yapacağım
yargılama için, senin memleketinde yaşıyor bunlar, onlara tebliğ et
kardeşim. Ben yargılayacağım adama tebligat yapmadan yargılayamıyorum”
diyor. “Almanya’da olsa ben onu bulur, tebliğ ederim” diyor. “Şimdi sen
de, sen bunu tebliğ et” diyor. Kim bunlar değerli arkadaşlarım, tebligat
için adresi bulunamayan bu insanlar? Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı
Zekeriya Karaman, Reklam ve Pazarlama Müdürü İsmail Karahan, RTÜK üyesi
Zahid Aykut Akman ile Deniz Feneri eski yöneticisi ve eski Kanal 7
Muhasebe Müdürü Harun Kapıyoldaş aleyhine hazırlanan iddianame 2009
Ağustosunda Frankfurt 29. Ceza Dairesinde dava açılması talebini
içermektedir. Bunlara bunu tebliğ edin diyor. Bu tebligat yapılamadı,
birine yapıldı diğerlerine yapılamadı. Biz kendimiz gereken şekilde
yargılamıyoruz, adamların yapacakları yargılamalar için tebligatı da
yapmıyoruz. Niçin acaba? Bunların imtiyazı nedir? Bunlar niçin himaye
altındadır? Kimin himayesi altındadır, kimin? O her gün sağa sola caka
satan hangi hükümetin, o hükümetin hangi mensubunun Başbakanın mı,
yardımcısının mı kimin himayesi altındadır? Adalet Bakanın himayesi
altında mıdır, kimin himayesi altındadır? Türkiye’yi, bir sanığa
tebligat yapmaktan aciz bir ülke konumuna düşürmenin sorumluluğunu
bunlar nasıl taşıyorlar? (Alkışlar) Nedir bunun imtiyazı ya? Yani nedir?
Anlaşılıyor ki çok özel bağlar var, çok özel yakınlıklar var. Yani
hısım akrabalık bile benim gözümde bunu izah etmeye yetmez. Olabilir,
hısımın akraban olabilir, ama neyse ne kardeşim. Ne oldu bak, bir hısım
akrabasıyla ilgili bir suçlama yapıldı Başbakanın, “Gereği neyse yapın”
dedi, esrar kaçakçılığı konusunda, tamam, burada da desene kardeşim,
niye diyemiyorsun burada? Niye diyemiyorsun? Yani ayrım yapmak çok mu
zor? Çok mu iç içe geçmiş? Birisini verirsek gerisi gelir gibi bir durum
mu var? Gerçekten vahim bir manzara. Bakın şu süreci size hatırlatayım
tekrar arkadaşlar:
Bir: Almanya, sanıkları yargıladı,
cezalandırdı.
İki: Yargılama devam ederken Alman polis şefi,
Adalet Bakanı tarafından, gizlice Türkiye’ye davet edildi bunların daha
iç yüzü ortaya çıkmadan. Bizim bakan Alman Büyükelçisine gitti daha
bunların iç yüzü de tam ortaya çıkmadı, bunlar hep gölgeli alanlar.
Üç: Mahkeme, mahkumiyet kararını açıklarken
“asıl suçlular Türkiye’dedir” dedi Alman Mahkemesi.
Dört: Türkiye uzun süre dava dosyalarını
istemedi. Biz talep ettiğimiz hâlde, ısrarla seçim kampanyasında
hatırlarsınız, bunu vurguladığımız hâlde, daha sonra zorla istemek
durumunda kaldılar ama bir türlü gelmedi. İşte ben, kaplumbağanın
sırtına koymuşlar, gelemiyor falan diyordum. Bilgi ve belgeler geldi,
geldikten sonrada aylarca tercümesi yapılmadı gelen dosyanın, bir ayak
sürüme dönemi yaşandı.
Beş: Savcılık, Zahid Akman için soruşturma izni
istedi, Türkiye’de savcılık Zahid Akman için. Bir soruşturma gidiyor
şimdi, hâlâ iddianameyi görmedik bir yıl oldu. Başbakan soruşturma izni
vermedi değerli arkadaşlarım. Yani Başbakan, eski RTÜK Başkanı hakkında
Türkiye Cumhuriyeti Savcılığı, bu Deniz Feneri yolsuzluğuyla ilgili
olarak. İşin içinde, müsaade edin soruşturalım bu kişiyi dediği hâlde
izin vermedi. Şimdi bugün öğreniyoruz, Başbakan, “Adana Belediye Başkanı
soruşturulsun” diyormuş. Değerli arkadaşlarım, Adana Belediye Başkanı
da soruşturulsun, Zahid Akman da soruşturulsun, sen de soruşturul, ben
de soruşturulayım, hep soruşturulalım. (Alkışlar) Yani niye Adana
Belediye Başkanı sadece soruşturulsun, sen Zahid Akmanı niye
saklıyorsun, niye koruyorsun, Sayın Başbakan niye koruyorsun? Nedir
gerekçen bir çık söyleyiver ya. “Bunu yazanı ezerim” diye korkutuyorsun,
gazetelere ceza üzerine ceza yazıyorsun, milyarlarca dolarlık cezalar
yazıyorsun, onları sindiriyorsun, sonrada bu soruları kimse sormayacak
zannediyorsun. Sorarlar, sorarlar, kimse sormazsa Cumhuriyet Halk
Partisi sorar, Deniz Baykal sorar. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, mahkemenin bu hükümlerine
rağmen, bütün bu gerçeklere rağmen Türkiye’de Deniz Feneri Derneği
topluma faydalı dernekler statüsünden yararlanmaya devam ediyor, yüzde
100 vergi bağışıklığını korumaya devam ediyor ve Almanya “Asıl fail”
dedikleriyle ilgili Türkiye’de bizim soruşturmamızı istediği, bizim
soruşturmadığımızı gördüğü asıl faillerle ilgili kendisi davayı açtı ve
tebligat yapılsın diye bekliyor Almanya. Almanya, şimdi Türkiye’den
tebligat bekliyor. Yardımlaşma anlayışı, adli muavenet anlaşmaları
yapılmıştır. Türkiye’den de bir başka ülkenin yargısı bir talepte
bulunabilir, biz de onlardan bir talepte bulununuz, onun gereği
karşılıklı olarak yapılır, tebligatı yaptırmıyoruz ya. Bu Deniz Feneri
konusunu da kimsenin unutmadığını ve unutmayacağını Başbakana
hatırlatmak için bir kez daha dile getiriyorum değerli arkadaşlarım.
Şimdi, Türkiye’nin ana gündem maddesiyle ilgili
gelişmelere hep birlikte tanık oluyoruz. Bakın son günlerde biraz daha
yukarıdan bu konuya bakarak bir temel anlayışı ifade etmeye çalışıyorum.
Değerli arkadaşlarım, sağlıklı bir ülke olabilmemiz için, bir
demokrasi, bir hukuk devleti, hakkın, hukukun işlediği, insan haklarının
güvence altında olduğu, herkesin korkmadan güvenerek barış içinde,
huzur içinde yaşayabildiği bir ülke olmamız için gereken asgari bazı
ihtiyaçlar var, onları vurgulamaya çalışıyorum. Bakın bu çerçevede
baktığımız zaman, Türkiye’de siyaseti ve particiliği, partiyi, siyasi
partiyi bir, camiye sokmamak lazımdır; iki, kışlaya sokmamak lazımdır;
üç, mahkemeye sokmamak lazımdır. Yani particilik, partizanlık, senin
adamın benim adamım, siyasi parti düşüncesi eğer camiye girerse, o cami
artık hepimizi kavrayan, kucaklayan, siyasetin üstünde insana insan
olarak bakan, siyasetiyle değil, onu insan olarak kabul eden bir
anlayışın dünyası olmaktan çıkar. Din, siyasetle kaynaştırıldığı zaman o
artık din olmaktan çıkar. Dinin özelliği evrenselliği, kucaklayıcılığı,
kavrayıcılığı, her türlü kabile, etnik kimlik bağlılıklarının ötesinde
renk, cinsiyet, para pul, diploma, asalet, aşiret, tarikat
bağlılıklarının üzerinde herkesi saygın kabul eden, eşit kabul eden,
değer veren bir anlayışı yansıtıyor olmasıdır. siyaset ayrımcılıktır,
adı üstünde; parti, ayrıştırmak demektir. Değerli arkadaşlarım, siyasi
partiyle dini karıştırdığınız zaman dine büyük zarar verirsiniz,
siyasete de çok büyük zarar verirsiniz. Siyasetin o ayrışmayla
yapabileceği olumlu işler var, yararlı işler var. Rekabetle, yarışmayla
üretebileceği şeyler var siyasetin, onu da üretemez hâle gelir. İnanç,
iman siyasetin özü olamaz; siyasetin özü sorgulama, ikna etme ve
değiştirme, anlayışını da değiştirme, bağlılığını da değiştirme, hükmünü
de değiştirme. Siyasette bir hüküm verirsin bir süre sonra ya,
yanlışmış dersin, değiştirirsin. Siyaset böyle işler. Öyle olması
doğaldır, bu yanlış değildir. Ama dinde, imanda böyle bir şey yok. Din,
iman teslimiyet, inanç. Sorgulama yok, şirk yok dinde. Siyasette o var,
bu var, tartışma var, kabul etme var, reddetme var, sorgulama var,
itiraz etme var. Şimdi, arkadaşlar, bunun karıştırılmaması gerekiyor.
Bunun karıştırılması bütün toplumlara tarih içinde daima çok büyük
sıkıntılar yaratmıştır ve biz bu dersi taa devletimizin kuruluş
dönemlerinden itibaren çok doğru bir şekilde aldık. Siyaseti dinin
ötesinde kendi alanında tutmayı önemli saydık. Dine saygı her şeyin
ötesinde ama siyaset de kendi kurallarıyla işleyecek. Değerli
arkadaşlarım, laiklik dediğimiz bu. Dine saygı, dinin gereğinin dini
alanda etkin olması ama siyasetin, hukukun, eğitimin dini dayatmalarla
yönlendirilmemesi, ilahiyat olarak, inanç olarak, iman olarak dinin
herkesin ruhunu aydınlatması, ışıtması, herkesin onu en güzel şekilde
yaşaması, paylaşması, gereğini yerine getirmesi ama siyaseti oradan
yönlendirmeye kalktığınız zaman olmaz. Şimdi, bakın bunlar hep yaşandı
ve ne görüyoruz? Bu temel ilke, kutsal bir anlayış bu, bu anlayış son
zamanlarda ihlal edildi. Ben bunu bir siyasetçi olarak söylemiyorum.
Bak, Anayasa Mahkemesi bir karar verdi. Dedi ki “Sen, laikliğe karşı
eylemlerin odak noktasındasın.” Şimdi, bu hüküm. Bu, benim siyasi
suçlamam değil, yargının, mahkemenin hükmü. Sen, bu ayrımı gözetemedin
arkadaş demiş. Şimdi, birinci noktada bir zafiyet var, bu zafiyeti
biliyoruz. Bu zafiyete sürüklenmesin istedik. Türkiye bu zafiyete,
partiler, iktidarlar sürüklenmezse güçlenir, önü açılır. Buraya partiler
sürüklenir, hele iktidar buraya sürüklenirse o ülke karma karışık
olmaya başlar, işte başımıza gelen bu. Oralardan başladı. Birinci ilkede
böyle bir şaibe duruyor değerli arkadaşlarım.
İkinci ilke, Silahlı Kuvvetler, kışla, siyaset
ilişkisi. Kışlanın kendi kuralı, kendi düzeni var; siyasetin kendi
kuralı, kendi düzeni var. Siyasete göre ordu yapmaya kalkarsak, siyasete
göre silahlı kuvvetler yapmaya kalkarsak, siyasi partiye göre silahlı
kuvvetleri yönlendirme arayışı içine girersek buradan çok büyük
sıkıntılar çıkar. Tarihimiz bunun çok büyük örneğiyle doludur. Bu da
uzak durulması gereken bir olaydır. Mesafeli, anayasaya, hukuka, sivil
yönetime elbette saygı anlayışı içinde ama mesafeli bir ilişki bu alanda
mutlak ihtiyaçtır. Elinizi kışlanın içine sokarsanız, o paşa bu paşa
demeye kalkarsanız bunun arkasından çok kötü şeyler gelir. Buraya
karışmamak lazım değerli arkadaşlarım. Burayı kendi içinde hukuka,
yasalara uygun bir biçimde çalışır hâle getirmenin yollarını,
yöntemlerini bulmak ve uygulamak lazım. Bu konuda son zamanlarda
maalesef sıkıntılı günler yaşıyoruz. Bakınız elbette Türkiye’de
siyasetle ordu ilişkisinin engebeli bir geçmişi var. Askeri müdahaleler
yaşandı. Buradan kaynaklanan korkuların, tedirginliklerin, sıkıntıların
kendisini sürdürüyor olması doğal ama bu korkuların, bu kaygıların
Türkiye’yi bu açıdan yeni sorunlarla karşı karşıya bırakmaması en temel
ihtiyaçtır. Yani geçmişte, bakınız böyle olaylar yaşandı. 12 Mart 71,
böyle daha Türkiye’de insanların bizzat yaşadığı bir tarih süreci olarak
referans olarak alıyorum ve 12 Eylül 1980, iki ciddi askeri müdahale
sonuçları olan, yani hükümete ve parlamentoya yönelik etkin sonuçlar
doğuran resmi bir müdahale. Böyle, efendim, böyle etkilemeye çalıştı,
işte yön verdi, muhtıra yayınladı falanın ötesinde. Değerli
arkadaşlarım, bu olaylar şunu hep birlikte kabul etmeliyiz ki, Türkiye
için çok ciddi dersler çıkarılması gereken bir laboratuar konumunda
olmuştur ve biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak 12 Mart’a da, 12 Eylül’e
de, bütün askeri müdahalelere de lafta değil, çok net, çok somut bir
biçimde karşı tavır takınmışızdır. Bizim askere saygımız vardır.
Türkiye’de Silahlı Kuvvetlerin büyük önem taşıdığına inanıyoruz. Silahlı
Kuvvetlerin sakınılması, korunması gerektiğine, Türkiye’nin Silahlı
Kuvvetlerini güçlü tutmaya çok büyük ihtiyacı olduğunu en iyi biz
biliyoruz ama…(Alkışlar) … yine biz diyoruz ki herkes kendi işini
yapacaktır; asker askerliğini yapacaktır, siyasetçi siyasetçiliğini
yapacaktır ve bu ilke etrafında daima tavır takındık, 12 Mart’a da net
bir şekilde bizim siyasete alet edilmemize, Silahlı Kuvvetlerin
gölgesinde siyaset yapma anlayışına girmemizi kimse sağlayamadı.
Türkiye’nin o dönemi mutlaka en kısa zamanda aşması gerektiğine hep
beraber inandık bütün Cumhuriyet Halk Partililer ve o doğrultuda büyük
bir mücadele verdik ve çizgimizi o netlikte oturttuk. 12 Eylül’de aynı
şekilde Cumhuriyet Halk Partisinin, askeri bir müdahaleye karşı net
tavır aldığı, askeri müdahalenin bütün acılarını yaşadığı, ızdırabını
yaşadığı, partis |