Genel Başkan TBMM Grup Konuşmaları 16.03.2010

-“TÜRKİYE BU GÜNLERE NEMRUT MUSTAFA PAŞA MAHKEMELERİNDEN GEÇEREK GELDİ. TÜRKİYE'Yİ, NEMRUT MUSTAFA PAŞA MAHKEMELERİNE KİMSENİN MAHKUM ETMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR.''
 
-''FİİLİ MÜDAHALELERİN İÇİNDEN ÇIKIP GELMİŞ VE HEP DİK DURMUŞ BİR SİYASİ PARTİ VE KADRO OLARAK AÇIKÇA İFADE EDİYORUM Kİ, ASKERİN SİYASETE MÜDAHALESİNİN KARŞISINDA EN BÜYÜK GÜVENCE CHP'DİR”
 
-“BU ASKERİ MÜDAHALELERİN İÇİNDEN BAŞI DİK, ALNI AK , ONURUYLA ÇIKMIŞ BİR SİYASİ KADRO OLARAK AÇIKÇA İFADE EDİYORUM Kİ, TSK'YA KARŞI YAPILACAK BÜTÜN TERTİPLERİN KARŞISINDA DA YİNE CHP VARDIR” 
 
-“CAMİYE, KIŞLAYA, YARGIYA SİYASET SOKMAYINIZ” 
 
''BİZ DERSİ, DEVLETİMİZİN KURULUŞ DÖNEMLERİNDE ÇOK DOĞRU BİR ŞEKİLDE ALDIK, SİYASETİ KENDİ ALANINDA TUTMAYI ÖNEMLİ SAYDIK. LAİKLİK, BU. DİNE SAYGI, AMA SİYASETİN, EĞİTİMİN, HUKUKUN DİNİ DAYATMALARLA YÖNLENDİRİLMEMESİ...”
 
-''28 ŞUBAT, 28 ŞUBAT' DİYORLAR. 28 ŞUBAT'TAN SONRA (İYİ Kİ YAPILDI, TÜRKİYE'NİN ÖNÜ AÇILDI) DEYİP KENDİ SİYASETLERİNİN ÖNÜNÜN AÇILDIĞINI GÖREN İNSANLAR, ŞİMDİ BU OLAYLARIN EN BÜYÜK ISTIRABINI ÇEKMİŞ İNSANLARA DEMOKRASİ DERSİ VERMEYE KALKIYORLAR”
-“SİZ ÖNCE 28 ŞUBAT SÜRECİ İÇİNDE HANGİ İLİŞKİLER İÇİNE GİRDİĞİNİZİ, 28 ŞUBAT'IN SİZİN SİYASİ İSTİKBALİNİZE HANGİ KATKILARI YAPTIĞINI AÇIKÇA GÜNDEME GETİRİN”
 
-“HERKESE BİR KULP TAKIYORSUNUZ DA 28 ŞUBAT'IN  HESABINI SORMA GEREĞİNİ NİYE DUYMUYORSUNUZ. RESMEN DARBE YAPMIŞ OLANLARDAN NİYE HESAP SORMUYORSUNUZ''
 
-''SİLAHLI KUVVETLERDEN ELİNİZİ ÇEKİNİZ. UYDURMA GEREKÇELERLE, YAPAY BAHANELERLE TÜRKİYE'NİN KURUMLARINI TEHLİKELİ BİR SÜRECİN İÇİNE SOKMAYIN”
 
-''BİZİM ASKERE SAYGIMIZ VARDIR, AMA BİZ DİYORUZ Kİ HERKES KENDİ İŞİNİ YAPACAKTIR. ASKER ASKERLİĞİNİ, SİYASETÇİ SİYASETİNİ YAPACAKTIR”
 
-“MAHKEMEDE HESABINI VERMEMİŞ MİLLETVEKİLLERİYLE, PARTİLERİ ANAYASA MAHKEMESİ TARAFINDAN KAPATILMIŞ OLANLARA 'SEN HAKİM SEÇ', “SEN YENİ ANAYASA YAP” DEMEK YANLIŞTIR”
 
-''DENİZ FENERİ KONUSU, İKTİDARIN SİMGESİ HALİNE GELDİ.AKP GİTTİKTEN SONRA DENİZ FENERİ VE HABUR’DAKİ REZALET İLE ANILACAK...”
 
-''ALMANYA DENİZ FENERİ e.V. 2 DAVASI AÇACAK. ASIL SANIK DİYE BELİRLEDİĞİ 4 KİŞİYE TEBLİGAT YAPILMASINI İSTİYOR. 6 AYDAN BERİ TEBLİGAT YAPILMAMIŞ. TÜRKİYE'Yİ BİR SANIĞA TEBLİGAT YAPMAKTAN ACİZ BİR ÜLKE KONUMUNA DÜŞÜRMENİN SORUMLULUĞUNU NASIL TAŞIYACAKLAR?'' 
 
-''NİÇİN ACABA? BUNLARIN İMTİYAZI NEDİR? BUNLAR KİMİN HİMAYESİ ALTINDADIR? HER GÜN SAĞA SOLA CAKA SATAN HÜKÜMETİN, O HÜKÜMETİN HANGİ MENSUBUNUN, BAŞBAKANIN MI, YARDIMCISININ MI KİMİN HİMAYESİ ALTINDADIR?”
 
-''ANLAŞILIYOR Kİ ÇOK ÖZEL BAĞLAR, YAKINLIKLAR VAR. HISIM, AKRABALIK BİLE BENİM GÖZÜMDE BUNU İZAH ETMEYE YETMEZ. DEMEK Kİ, İÇ İÇE GEÇMİŞ? 
 
-''ADANA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANI DA, ZAHİD AKMAN DA, SEN DE, BEN DE SORUŞTURULALIM, HEP HESABIMIZI VERELİM''
 
-''ELDE AVUÇTA NE KADAR ENERJİ ÜRETİM TESİSİ, HİDROLİK VE TERMİK SANTRALLAR VARSA, ONLARIN 3'DE BİRİN SATILMASI İÇİN HAZIRLIKLARIN YAPILDIĞINI VE ÖNÜMÜZDEKİ GÜNLERDE BU DOĞRULTUDA HAREKETE GEÇİLECEĞİNİ GÖRÜYORUZ''
 
-''HÜKÜMET ALTIN YUMURTLAYAN TAVUKLARI SATIYOR. BUNLAR SATILDIĞI ZAMAN NE OLACAK? BUNLAR ZARAR EDEN TESİSLER DEĞİL. ELEKTRİK ÜRETEN TESİSLER, TÜRKİYE'NİN CAN DAMARI BUNLAR. SANAYİMİZİN, EKONOMİMİZİN ŞAH DAMARI BUNLAR. HER BİRİSİ ÜRETİYOR VE ÜRETTİĞİNDEN DOLAYI DA TÜRKİYE KAR EDİYOR. BUNLAR ZARAR EDEN KURULUŞLAR DEĞİL''
 
-''CUMHURİYET TARİHİ BOYUNCA ALIN TERİYLE, EMEKLE ÜRETİLMİŞ O TESİSLERİ GERÇEKLEŞTİREN İNSANLARA 'TAŞ TAŞ ÜSTÜNE KOYMADILAR' DİYE HAKARET EDECEKSİN, ONDAN SONRA DA ONLARIN ESERLERİNİ SATARAK AÇIK KAPATACAKSIN. BU SATIŞLAR BİR TALAN”
 
-''MEMUR ARTIK CEBİNDEN YEMEĞE BAŞLAMIŞTIR. ÖNÜMÜZDEKİ SEÇİMLERDE BU İKTİDAR BU EMEKLİLERDEN HAK ETTİĞİ SİLLEYİ YİYECEKTİR''
 
-''FUTBOL MAÇLARINI, ETNİK HUSUMET, KARALAMA, DÜŞMANLIK ARACI HALİNE DÖNÜŞTÜRMEMEK HEPİMİZİN GÖREVİDİR. KENDİ ARAMIZDA FUTBOL MAÇI YAPAMAZ HALE DÜŞMEMELİYİZ. BİZİ BURAYA DÜŞÜRMEK İSTEYENLERİN OYUNUNU HEP BERABER BOZMALIYIZ''
 
İletişim Koordinatörlüğü (Ankara)- Genel Başkan Deniz Baykal TBMM’de, ''Türkiye Cumhuriyeti'nde, Cumhuriyetin hukuku işleyecektir. Türkiye Cumhuriyeti'nde Emevi Hukuku, Muaviye Hukuku işlemeyecektir''dedi.
 
Genel Başkan Deniz Baykal CHP Grup Genel Kurulu’nda sık sık alkışlarla kesilen konuşmasında güncel olayları şöyle değerlendirdi;

CHP GENEL BAŞKANI DENİZ BAYKAL’IN; 16.03.2010 TARİHİNDE GRUP GENEL KURUL TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA

CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, sevgili vatandaşlarım; hepinizi içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum, hepiniz hoş geldiniz. (Alkışlar) Aramızda muhtar kardeşlerimin de bulunduğunu öğreniyorum, çok mutlu oldum. Muhtarlarımızı da saygıyla selamlıyorum, hoş geldiniz diyorum. (Alkışlar)
 
Değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin gidişatını bu grup toplantılarımızda dikkatle izliyoruz, değerlendiriyoruz, vatandaşlarımıza gözlemlerimizi yansıtıyoruz. Bugün de yine aynı doğrultuda ekonomideki gelişmeleri, siyasetteki gelişmeleri birlikte değerlendireceğiz. Değerli arkadaşlarım, 2010 yılının ekonomik gidişatı ile ilgili ana istikametleri teşhis etmeye çalışıyoruz. 2009 yılının nasıl yaşandığını çok iyi biliyoruz. Şimdi önümüzde yeni bir yıl var, 2010 yılı. 2010 yılının Türkiye’nin ekonomik sorunları bakımından daha olumlu, daha yapıcı bir biçimde yönlendirilmesi ihtiyacı var. O nedenle biz ekonomideki verileri, her aşamada ortaya çıkan yeni gelişmeleri, rakamları, istatistikleri 2010 yılının ekonomik tablosunu kavrayabilmek için uzman arkadaşlarımızla birlikte değerlendiriyoruz. Yılın üçündü ayındayız. Ocak ayı ile ilgili istatistikler ortaya çıkmaya başladı, diğerleriyle ilgili bazı veriler var, durumu görmeye çalışıyoruz. Bu çerçevede bakınca gördüğümüz bazı ana noktaları sizinle paylaşmak istiyorum.
 
Değerli arkadaşlarım, daha önce de vurgulamıştık. Enflasyonda hafif bir kıpırdama kendisini gösteriyor ve çift rakamlı bir enflasyon noktasına doğru Türkiye yönelmiş durumdadır. Enflasyondaki hareketlenmenin faizlere yansıması söz konusudur. Faizler ekonominin genel dengelerini çok ciddi şekilde etkileyebilecektir. O açıdan enflasyonu ve faizleri dikkatle izliyoruz. Orada böyle bir olumsuz gelişmenin ilk işaretlerinin aldık. Eminim hükümet de bunu almıştır, değerlendirmektedir, biz de dikkatle bakıyoruz. Bunun ötesinde asıl ben herkesin dikkatini şu noktaya çekmek istiyorum. Türkiye’de tekrar bu ekonomik durgunluk dönemi artık geride kalmış olması gerekir diye düşünerek bakıyoruz, ekonomik durgunluk döneminin artık sonuna geldiğimizi kabul ederek bakıyoruz. Bu çerçevede önemli yeni bir gelişme olarak ekonomimizin dış açığının, cari işlemler açığının dikkatle izlenmesi gereken bir düzeyde artmaya başladığını görüyoruz. 2009 yılında ekonomi daralınca dış açık azalmaya başlamıştı, cari açık kabul edilebilir bir düzeye inmişti ama onun bedeli ne idi? Yüzde 6’lık bir küçülmeydi. Küçülen bir ekonomide dış açık azalır, öyle bir tablo ile karşı karşıyaydık. Şimdi henüz büyüyen, yeter, tatmin edici düzeyde büyüyen bir ekonomi noktasına gelmedik. Sanayide hafif kıpırdamalar var, toparlanacak umudunu, izlenimini bize veren küçük küçük hareketlenmeler var, henüz ciddi bir kıpırdama ortaya çıkmış değil; ekonomi tekrar etkili bir büyüme aşamasına taşınabilmiş değil ama daha şimdiden ekonomi, sanayi büyüme aşamasına gelmediği hâlde, daha şimdiden kaygı verici bir cari açık manzarasıyla karşı karşıya gelmeye başladık. Bu, dikkatle izlenmesi gereken bir durum yaratıyor. Gerçekten geçen yılın ocak ayındaki cari işlem açığıyla bu yılın ocak ayındaki cari işlem açığını karşılaştırdığımız zaman 6 kat artmış olduğunu görüyoruz. 491 milyon dolarlık bir cari açık vardı geçen yılın ocak ayında, 500 milyonun hemen altında, şimdi 3 milyar dolar sınırına geldi, 2 milyar 959 milyon dolarlık bir cari açık ocak ayında çıktı. Ocak ayında bu cari açığını mazur gösterecek bir hareketlenme, bir büyüme, bir kalkınma söz konusu değil. Bunun altında ne var? Bakınca bunun altında şu var: Dış ticaret açığının kaygı verici biçimde yükselmiş olması gerçeği var. Yani Türkiye’de ocak ayında bu 3 milyar dolara yakın cari açık, ödemeler dengesine ocak ayındaki 491 milyon dolar açıkla mukayese edildiği zaman 6 katına yakın bir artışı ortaya koymaktadır. Bu açık Türkiye’de dış ticaret açığının tekrar yükselmeye başlamasından kaynaklanmıştır. Ocak ayında dış ticaret açısından bakınca ihracatta anlamlı bir yükselmenin ortaya çıkmadığını görüyoruz. Önemli kayda değer bir ihracat artışı yok ama ithalatın yüzde 25 bir artış kaydettiğini görüyoruz. İthalat ciddi şekilde yükseliyor, buna karşılık ihracat yerinde sayıyor, aradaki dış ticaret açığı Türkiye’de bizi krize sürükleyen o politikanın başlangıç dönemlerinde tanık olduğumuz gibi tekrar cari açık biriktiren bir ekonomi tablosu ortaya koymaya başlıyor. Değerli arkadaşlarım, tabii Türkiye’de bütçe açıkları, dış ödemeler dengesinde ortaya çıkan bu açıklar ekonominin geleceğiyle ilgili uyarılar olarak dikkate alınmalıdır. Bu açıdan olaya bakmak mutlak bir zorunluluktur.
 
Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de bu tablo, 2010 Ocak ayında resmi rezervlerin yaklaşık 750 milyon dolarlık bir azalma yaşamasına neden olmuştur. Bu tablo, rezervlere olumsuz yansımıştır, 750 milyon dolarlık bir azalma kendisini göstermiştir. Şimdi, sanayide takvimden ve mevsimsel etkilerden arındırılarak bakıldığı zaman sanayide rakamlarda kendisini gösteren yükselişin aslında reel bir yükselişi göstermediğine tanık oluyoruz. Sanayide bir yükselme olmadan Türkiye’de dış ticaret açığında ve cari açıkta kaygı verici bir tablo kendisini gösteriyor.
 
Değerli arkadaşlarım, bu bir bozulmayı ortaya koyuyor, dengelerde bir bozulmanın ilk işaretleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu açıkların finansmanında da giderek kaynağa belirlenemeyen fon girişlerine ve rezerv çözülmelerine tanık olunmaktadır. Şimdi, bu manzaraya karşı hükümetin yapıcı, kalıcı yapısal nitelikte bir politika arayışı içinde olduğunu görmüyoruz. Tam tersine o, büyük bir rahatlık içinde bu tabloyu sürdürüyor. Bir hazırlıktan söz etmek gerekirse o hazırlıkta şu noktaya ortaya çıkıyor: Önümüzdeki dönemlerde yeni bir Türk ekonomisinin temel ekonomik payandalarının, dayanaklarının satılması yoluyla, elden çıkarılması yoluyla bir kaynak tedarik edilmesi ve geçici bir çözüm olarak günü kurtarmaya yönelik bir çözüm olarak ortaya çıkan bu kalıcı açıkların elde avuçta ne varsa onların satılması suretiyle şimdilik dengelenmesi politikası içine girmekte olduğunu görüyoruz. Bu, tabii çok önemli bir olaydır. Buna herkesin dikkatini çekmek istiyorum. Türkiye’de elektrik enerjisinin kurulucu gücünün yaklaşık üçte 1’inin elektrik üretim anonim şirketi aracılığıyla 45adet termik ve hidrolik santralin satılması hazırlıklarına başlandığını görüyoruz. Türkiye’de tarihimiz boyunca gerçekleştirilmiş bir elektrik enerjisi üretim tesislerinin üçte 1’ine yakın bir kurulu gücün, sadece kaynak tedariki ihtiyacıyla, açık kapatmak anlayışı içinde ithalatı finanse etmek için, bu artan ithalatı, dış ticaret açığını finanse etmek için, cari açığı finanse etmek için elden çıkarılma noktasına gelindiğini görüyoruz. Bu iyi bir gidiş değildir. Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de özelleştirme politikası geçmişte de ne yazık ki sadece kamunun finansman ihtiyacına çare oluşturmak ihtiyacıyla, arayışıyla gerçekleştirildiğine tanık olduk. Yani ekonominin daha rasyonel işlemesi, daha rekabet yapabilmesi, zarar eden kuruluşların zarar etmekten kurtarılabilmesi, kâr eden, verimliliği yükselen kuruluşlar hâline dönüştürülmesi amacıyla bir ekonomik rasyonalizasyon, bir ekonomik verimlilik aracı olarak, yöntemi olarak uygulanmadığına tanık olmuştuk. Şimdi bunun çok önemli, çok kritik bir yeni aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Bu defa elde avuçta ne kadar enerji üretim tesisi varsa, hidrolik ve termik santraller onların üçte 1’nin satılması için dokuz paket hâlinde hazırlıkların yapıldığını ve önümüzdeki günlerde bu doğrultuda harekete geçileceğini görüyoruz. Ekonomiye bakınca bu iyi bir gidiş değil, neye güveniyorlar, bu gidişin sonu kötü, bu harcama, bu açık düzeni, bu dış ödemeler dengesinde ortaya çıkan olumsuz belirtiler kaygı verici diye düşünürken şimdi anlıyoruz ki onların güvendikleri Türkiye’nin enerji tesislerinin satılması, paraya döndürülmesi. Değerli arkadaşlarım, bunlar satıldığı zaman ne olacak? Bu tesisler zarar eden tesisler değil, bunlar elektrik üreden tesisler, Türkiye’nin can damarı bunlar, sanayimizin, ekonomimizin şah damarı bunlar. Her birisi üretiyor ve ürettiğinden dolayı da biz kâr ediyoruz, Türkiye kâr ediyor. Yani bunlar zarar eden kuruluşlar değil, kâr eden kuruluşlar. Kâr eden kuruluşları satacağız. Satarken diyeceğiz ki birine, ya, benim toplu paraya ihtiyacım var. Sıkıştım. Bak, sana çok kârlı bir teklifim var. Bunlar altın yumurtlayan tavuklar. Al bunları sana vereyim. Sen bunu birkaç yıl içinde zaten telafi edersin. Bana, birkaç yıl içinde elde edeceğin kazancı şimdi ver kardeşim, bana şimdi lazım. Tam bu sıkışık tablosudur.
 
Değerli arkadaşlarım, hem bunu yapacaksın hem de cumhuriyet tarihi boyunca alın teriyle, emekle üretilmiş o tesisleri gerçekleştiren insanlara “taş taş üstüne koymadılar” diye hakaret edeceksin, ondan sonrada onların eserleriyle açık kapatacaksın. (Alkışlar) Yani aile ekonomisine baktığın zaman gelirinden fazla masraf var, israf var, lüks harcama var, yalan yanlış kaynak kullanma var, borçlar birikmeye başlamış, borç alamaz hâle gelmişsin, sıkışmışsın, hadi bakalım evin içinde ne var, hanımın kolundaki altın bilezikleri, boynundaki beşi bir yerdeleri çıkarın bunları bakalım bunları satalım anlayışından daha kötü bu şimdi uyguladıkları çünkü altının öyle bir getirisi yok ama bu enerji tesislerinin yıllık getirisi de var. Yıllık getirisi olan bu tesisleri satma projesi. Bu, talandır değerli arkadaşlarım, bu talandır. (Alkışlar) 16 bin megavat kurulu gücündeki 45 adet termik ve hidrolik santral paketler hâlinde satılacak. Ne o? Bunlar ekonomiyi yönetiyor olacak. Yani kendilerine emanet edilmiş, kazanç getiren, kâr getiren tesisleri devreden çıkararak Türkiye ekonomisi yönetmeye gayret eder hâle gelmişlerdir. Bu çok üzüntü verici bir olaydır. 10-15 milyar dolar alacaklar bundan. O 10-15 milyar doları, hiç kuşku yok, o tesisler en kısa zaman içinde karşılayacaktır. Değerli arkadaşlarım, bu, günü kurtarmak içini yapılan bir işlemdir, kalıcı bir çözüm değildir. Politika yanlıştır. İzlenen politika kendi sorunlarına çözüm üreten bir politika değildir. Yani kalkınma demek, kalkınmak için gereken kaynakların fazlasını zaman içinde bize kazandıracak kararlar alıyoruz, tercihler yapıyoruz, ekonomi zaman içinde taşınan yükten fazlasını ortaya koyacak durum demektir. Böyle bir şey yok. Kurdukları sistem menfi çalışıyor, olumsuz çalışıyor. Menfi çalışan, olumsuz çalışan, açık veren ekonomiyi, yaptıkları yatırımın sağladığı üretim gücüyle, kazancıyla değil, eldeki avuçtaki hazır kazanç kapılarını devrederek, satarak kapatma yaklaşımı. Çok üzüntü verici bir nokta. Bunu dikkatle izleyeceğiz. Önümüzdeki aylardaki açık tablosunu, borç tablosunu ve hükümetin bunu kapatmak için bu kadar sorumsuz mirasyedi anlayışı içinde, savurgan bir anlayış içinde hovardalık yaparcasına her türlü açığı verip, israfı yapıp sonrada elde avuçta ne varsa onları satarak bunu kapatma politikasının yanlışlığını bütün gücümüzle anlatacağız.
 
Değerli arkadaşlarım, önce buna hepinizin dikkatini çekmeye çalışıyorum. Bildiğiniz gibi, ısrarla söylüyoruz, enflasyondaki kıpırdanma hem faizler bakımından kaygı vericidir hem de vatandaşın geçim düzeyi bakımından sorun yaratmaya başlamıştır. Geçen defa da söylemiştim, tekrar ifade etmek istiyorum. Memurlara ocak ve şubat ayları için yaşanan enflasyonun ancak karşılanacağı kadar yıllık maaş artışı verdiler. Memurlara verilen yıllık maaş artışı 3,78, ocak ve şubat ayında ortaya çıkan enflasyon 3,32, yani iki ay, neredeyse memurların bütün bir yılda elde edecekleri artışın tamamına yakınını 3,78-3,32 götürmüştür. Memur artık cebinden yemeye başlamıştır, hazırdan yemeye başlamıştır. Memur önümüzdeki ayın enflasyonu ölçüsünde yoksullaşacaktır. Her şey bu yana sadece bu faktöre dayanarak olarak söylüyorum, sadece resmi istatistiklere dayanarak söylüyorum, resmi istatistikleri kabul ederek söylüyorum. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, enflasyon resmi istatistiklerin ifade ettiğinden daha fazladır, memurun tüketim manzarası göz önünde bulundurulacak olursa o enflasyonla bu ilan edilen enflasyonun ilgisi yoktur. Memur daha şimdiden darbeyi yemeye başlamıştır. Emekli daha da beter durumdadır. Emekli aynı enflasyonu yaşıyor, yani ocak ve şubat aylarında 3,32’lik enflasyonu yaşıyor, memura bütün bir yıl ortalaması olarak verilen 1,83; 1,83 maaş artışı, ona karşılık ocak ve şubatta 3,32, onun ki ocak ayında gitti zaten, emekli on bir ay o cepten yiyor. 11 ay onun boynu büküktür, şimdiden yoksullaşmaya başlamıştır. Şubatta yoksullaşmıştır, martta yoksullaşmıştır, bundan sonrada öyle devam edecektir. Yargı kararına bağlanmış olan hakları olan alacaklarını vermediler, KEY alacaklarını vermediler. Emeklileri zaten bu hükümet yok sayıyor, bildiğiniz gibi emeklilerin ücret artışı konusunda Türkiye ekonomisinde büyüme ortaya çıkınca büyümeden pay vermeyi de reddediyor, yani kalkındığımız zaman da sana kalkınmadan pay yok diyor, Türkiye’nin kalkınan geleceğinde sana yer yok kardeşim diyor. Yani böyle bir anlayış içindedir. Öyle zannediyorum ki, önümüzdeki seçimde bu iktidar, o emeklilerden hak ettiği silleyi yiyecektir, bütün bu gerçekler ortadadır. (Alkışlar)
 
Değerli arkadaşlarım, güncel gelişmelerle ilgili olarak bir iki noktaya da dikkatinizi çekmek istiyorum. Önce bu öğretmen arkadaşlarımın feryadına herkesin kulak vermelidir. Öğretmen konusu Türkiye’nin en temel konusudur. Türkiye’de öğretmen ihtiyacı çok açıktır. Yetişmiş, görev yapamayan öğretmen birikimi de yine bir çarpık tablo oluşturmaktadır. Devlette öğretmene ihtiyaç var, dışarıda, ailelerinde, evlerinde, analarının babalarının yanında elinde diplomasıyla yetişmiş öğrencisiyle buluşamayan öğretmen manzarası var, çarpık bir tablo var. Bakın en son Milli Eğitim Bakanlığının kendi rakamlarıyla –hep burada söylüyoruz, resmi rakamlar çıktı, ona dayalı olarak bir kez daha hatırlatmak istiyorum- Türkiye’de 717 bin öğretmene ihtiyaç olduğunu, 584 bin öğretmenin bulunduğunu ve öğretmen açığının 133 bin olduğunu resmen kabul ediyor. Buna baktığımız zaman bunun yanıltıcı olduğunu da görüyoruz çünkü aslında öğretmen açığı çok daha fazladır. Öğretmenlerin önemli bir kısmı, yüzde 23’ü kadrosuz, sözleşmeli ve ders ücretiyle çalışan öğretmen konumundadır. Yani Türkiye’de 120 binin üzerinde öğretmen sözleşmeli öğretmen olarak çalışmaktadır ve ders başına ücret alarak çalışmaktadır, yani güvencesi olmayan, kendisini eğitime adama durumunda olamayan, sürekli bir iş arayışı içinde olan, güvensiz konumda Türkiye’deki öğretmen kadrosunun neredeyse dörtte 1’i bu tablo içindedir. Öbür taraftan da bütün hayatını eğitime vermeye hazır, bunun için yetiştirilmiş başarılı, diplomasını almış hizmet vermeye hazır 200 binin üzerinde gencimiz dışarıda beklemektedir. Bu bir an önce çözülmesi gereken bir temel konudur. Buna bir kez daha burada dikkati çekmek istiyorum.
 
Değerli arkadaşlarım, bu çerçevede bir önemli eğitim alanındaki yeni gelişmeye de dikkatinizi çekmek istiyorum. Biliyorsunuz biz, üniversite giriş sınavlarıyla ilgili sistemin haksız, adaletsiz, yanlış, verimsiz olduğu kanaatindeyiz. Bunu da ifade ediyoruz. Bu konuda çok köklü bir değişimi taahhüt ediyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında gençlerimizin üniversiteye giriş sistemi köklü bir biçimde değiştirilecektir. (Alkışlar) Şimdi, bu arada bir gelişmeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Şubat ayının içinde YÖK, 18 Şubatta, İnternetteki sitesinde bir karar açıkladı. Dedi ki, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hariç yurttaşlarımızın yurt dışındaki liselerden mezun olan Türk vatandaşlarının üniversiteye sınavsız olarak girmesi kararlaştırılmıştır. Yani şimdi YÖK diyor ki, ben, Türkiye liselerinden mezun olan öğrencileri sınava sokarım. Öyle bir sınava sokarım ki elerim, perişan ederim, girenlerin küçük bir kısmını ancak üniversiteme alırım ama eğer benim karşıma ben yurt dışındaki bir liseden mezun oldum diye birisi gelirse, yurt dışındaki bir lisede ben okudum diye birisi gelirse ona sınav yapmaya gerek yok. Sınav, bizim kendi milletimize yapacağımız eziyet. Bizim milletimizin içinden dışarıya giderek, dışarıdan vize alarak, onay alarak, diploma alarak Türkiye’ye gelecek olanlara eğitim sistemimizin bütün kapıları açık. Değerli arkadaşlarım, böyle bir şey olabilir mi? Alınmış karar bu. Yani yurt dışındaki liselerden mezun olan kişilere, Türk vatandaşı da olabilir, yabancı da olabilir bir ayrım yok, yeter ki sen yurt dışından diplomayla gel, Afrika’dan diplomayla gel, Asya’dan diplomayla gel nereden gelirsen gel, değerli arkadaşlarım, eğer sen oradan geldinse buyur ama sen Afyon Lisesinden gelmişsen, Diyarbakır lisesinden gelmişsen, Ordu lisesinden gelmişsen, Niğde lisesinden gelmişsen, Kars lisesinden gelmişsen, Yozgat lisesinden gelmişsen dur bir dakika, sınava sokarım ancak geçersen gelirsin. Ama sen, Bakü’deki bir okuldan, Almata’daki bir okuldan, Sidney’deki bir okuldan diploma alıp gelirsen başımla beraber. Böyle bir şey olabilir mi? Bakalım göreceğiz. YÖK kararı ilan etti. Bunlar hafif alıştırma, zemin oluşturma girişimleri, milletimizin haberi olsun. Bizim görevimiz bu gelişmeleri tespit etmek ve milletimize bunu anlatmaktır. Böyle tuzakların, böyle tezgâhların işletilmesini engellemektir. Herkes sınava girecek sınav olacaksa. (Alkışlar) Ya da Cumhuriyet Halk Partisinin düşündüğü ve söylediği gibi sınav olmayacaksa o zaman herkese sınav olmayacak, hiç kimseye sınav olmayacak. (Alkışlar) Onu eğitim düzeni içinde çaresini al. Öğrencilerini daha ilk eğitim sonrası, orta eğitim noktasında yeteneklerine göre, eğilimlerine göre, becerilerine göre, tercihlerine göre, hocalarının değerlendirmesine göre, ailelerinin değerlendirmesine göre, çocuğun kendi sınavda ortaya koyacağı sonuca göre onları oradan yönlendir, orta eğitimden itibaren yönlendir. Kim meslek okuluna gidecek, kim diğer fakültelere gidecek bunlar belli olsun ve Türkiye israf etmesin. Şimdi 2 milyon çocuğumuzun 2 milyonu da sanki üniversiteye girecekmiş gibi eğitiyoruz, sonra kapıya gelince diyoruz ki, 400 bininiz iyi kötü üniversite diyeceğimiz tarifin içinde yerinizi alırsınız, 1 milyon 600 bininiz geriye. Ya, 1 milyon 600 bin kişi, ya, beni niye okuttun, niye buraya gireceğim diye umut verdin, niye burayı göreceğim diye benim zamanımı, yeteneklerimi, yanlış olarak kullandın? Ben, şimdi anlaşılıyor ki burada olamayacağım. Olacağım yere niye beni hazırlamadın? Olabileceğim yeri niye doğru tespit etmedin, zamanında tespit etmedin, beni niye oraya yönlendirmedin? O beni ilgilendirmez anlayışı içindeyiz. Bunu değiştireceğiz değerli arkadaşlarım. Ama öyle gözüküyor ki, yurt dışından imtiyazlı bazı kesimlerin eğitim engeliyle karşılaşmadan üniversitelerde yer tutması ihtiyacı ortaya çıkmış, bunun gerekleri yerine getirilmeye başlanmış. Türkiye’de bir puan tartışması kıyameti koparıyor, öte yandan siz, açmışsınız kapıyı birilerine, öbürlerine de bir elek koymuşsunuz geç geçebilirsen. O eleğin içinden Türkiye’de okuyan, Türkiye’de okumak zorunda olan, Türkiye’de okuyan bu memleketin evlatları, bu memleketin okullarında okumuş olan evlatları giremeyecek, yurt dışındaki okullardan süzülüp gelenler bütün üniversitelere istediği gibi girecek. (Alkışlar)
 
Değerli arkadaşlarım, güncek gelişmelerle ilgili olarak son günlerde futbol maçlarında ortaya çıkan durumla ilgili olarak da bir iki gözlem yapmak istiyorum. Maalesef Türkiye’de spor yarışmalarının zaman zaman çığırından çıktığına tanık oluyoruz. Aslında bu dünyanın her yerinde belli bir ölçüde kendisini gösteren bir durum. Türkiye’mizde de geçmişte de spor temasları bir gerginliğe zaman zaman vesile olur, çatışmalar ortaya çıkar, yaralanmalar kendisini gösterir, bunları hep beraber yaşamışızdır. Ama şimdi olayın Türkiye’de sıradan bir yöresel çatışma olmanın ötesine geçme tehlikesiyle bizi karşı karşıya getirmekte olduğunu görüyorum. Uzun süreden beri bu gelişmelerin işaretlerini görüyoruz. Biz çok özenle bu konuya yaklaşıyoruz. Türkiye’de yaşanan maçların bir etnik çatışma izlenimi vermemesini sağlamak hepimizin ortak görevidir, sorumluluğudur. Herkesin kendi etnik kimliği vardır. Herkesin etnik kimliği onun şerefidir, onurudur, herkes kendi kimliğiyle iftihar edecektir ama futbol maçlarını bir etnik husumet, bir etnik karalama, bir etnik düşmanlık vesilesi hâline dönüştürmemek hepimizin temel görevidir, sorumluluğudur. Bakınız bu çerçevede hep belli maçları heyecanla özel bir ilgiyle izleriz. Bir süre önce Antalya’da bu olayların ortaya çıkmaya başladığı sırada, bir Diyarbakır-Antalya Spor karşılaşmasının ortaya çıkacağı dönemde Diyarbakır Spor yöneticilerinin olumlu ve yapıcı yaklaşımlarıyla, Antalya Spor yöneticilerinin aynı şekilde yaklaşımlarıyla çok kardeşçe bir ortam içinde tarafların birbirlerini alkışladığı, birbirlerine güzel sözler söylediği gerçekten çarpıcı muhteşem bir maç yaşamıştık. Çok güzeldi. Bunun herkese örnek olması gerektiğine inanıyorduk, böyle yaşanması gerektiğini düşünüyorduk ama maalesef bunu sürdüremediğimizi görüyorum. Bundan da büyük üzüntü duyuyorum. Bu geldiğimiz aşamada bu konuya özel bir duyarlılıkla herkesin yaklaşmak temel görevidir, tuzağa düşmemeliyiz, milletçe de tuzağa düşmemeliyiz. Stadyumdaki seyirciler düşmemelidir, Futbol Federasyonu düşmemelidir, hakemler düşmemelidir, sporcular düşmemelidir, seyirciler düşmemelidir, hiçbirimiz düşmemeliyiz ve Türkiye’de hepimizin özlediği güzel spor yarışma ortamını kendi kuralları içinde mutlaka çalıştırabilmeliyiz, ayakta tutabilmeliyiz. Bu konuda önümüzdeki günlerde umarım hepimizi rahatsız edecek, üzecek olumsuz gelişmeler ortaya çıkmaz. Bu lig barış içinde tamamlanır. Bütün takımlar, elbette yanlış yapanlar hakkında ne gerekiyorsa gereken kararlar alınır ama bir tasfiye sonucu ortaya koyacak, üzüntü verici kırılganlıklara yol açacak gelişmeler umarım ortaya çıkmaz. Bunun önlemini, çaresini hep beraber ararız, buluruz. Bu konuda Diyarbakır Spor yöneticilerine de çok büyük görev düştüğü kanısındayım. Onların da bu konuda gereken anlayışı ve duyarlılığı sergilemelerini bekliyorum. Türkiye olarak bir an önce kendi aramızda futbol maçı yapamaz hâle düşmemeliyiz. Bizi buraya düşürmek isteyenlerin oyununu hep beraber bozmalıyız. Bu anlayışımı da sizlerle paylaşmak istiyorum.
 
Yine bu çerçevede, Diyarbakır’dan söz açılmışken, bizi de üzen ve Diyarbakır’ı da çok üzdüğünü gördüğüm bir gelişmeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Yani elli yıldan beri görev yapan Diyarbakır’ın Göğüs Hastalıkları Hastanesini kapatma kararı alınmış, orayı dağıtıyorlar. Bu, çok büyük bir rahatsız yaratmış Diyarbakır’da. Bize de başvurular oldu. Bu konuda bizleri, iktidarı, herkesi Diyarbakırlılar göreve çağırıyor. Gerçekten bu hastanenin yıllardır çok başarılı bir görev yaptığını biliyoruz. Sadece 2009 yılında 94 binin üzerinde, 95 bine yakın poliklinik yapmıştır ve 3 500 hastaya yatılı tedavi vermiştir. Bu birikimi, bu yeteneği olan Türkiye’nin önemli bir hastanesidir. Bunu şu nedenle bu nedenle dağıtmak öyle anlaşılıyor ki Diyarbakır kamuoyunu ciddi şekilde rahatsız etmiştir ve onlar, hepimizden bir platform oluşturarak, Tabip Odaları, Veteriner Hekimleri, Eczacılar, Diş hekimleri, Sağlık İş temsilcileri bütün sağlık sektörünün örgütlü temsilcileri, bu konuda bizi göreve çağırmaktadırlar. Haklı bir uyarı olarak hükümetin dikkatini bu noktaya ben de çekmek istiyorum.
 
Değerli arkadaşlarım, yine geride bıraktığımız günlerde tartışılan bir konuya da kısaca değinmek isterim. Biliyorsunuz biz, anayasa değişikliği tartışmaları vesilesiyle siyasetin yargıya müdahalesinin yaratacağı sakıncaları sık sık vurguluyoruz, bunun yanlış olduğunu ifade ediyoruz. Bu çerçevede şu somut olayı da sık sık dile getiriyoruz. Diyoruz ki Mecliste 550 milletvekili var, 608 dosya var. Bu 608 dosyanın gereği yerine getirilmemiş, milletvekilleri mahkemede hesabını vermemiş, mahkemenin önüne çıkmamış, hâkimle yüz yüze gelememiş şimdi bunlara sen hâkim seç diyeceğiz. Hem de hangi hâkimi seç diyeceğiz? Bütün hâkimleri seçecek olan hâkimleri sen seç, belki seni Yüce Divan olarak yargılayacak olan Anayasa Mahkemesi üyelerini sen seç diyeceğiz bu yanlıştır diyorduk. Ben buna bir cevap gelir mi diye bakıyordum, tabii hiç kimsenin bir şey söylediği yok ama şöyle bir cevap çıktı iktidardan: Dediler ki, Baykal bunu söylüyor, 608 değil, 576, yani 550 milletvekili ama 576 dosya varmış, Baykal 608 dosya diyormuş, o nedenle biz yanlış söylüyormuşuz. Değerli arkadaşlarım, onun üzerine bir kez daha dikkatle baktım. Gerçekten yanlış söylediğim ortaya çıktı. Şu andaki 550 milletvekiliyle ilgili isnat edilen suç adeti 664’tür, yani 609 değil…(Alkışlar) …587 diye teselli arıyorlardı onun üzerine baktık, isnat edilen suç adedinin, hakikaten haklılarmış, 609 olmadığını ama 664 olduğunu gördük. Tabii bu her an değişiyor olabilir, her an değişebilir. Yani şu andaki vaziyet nedir ama en son elimize 10 Mart tarihi itibariyle elimizdeki verilere göre 664 adet suç isnat edilmiştir milletvekillerine. Şimdi bu noktayı da böyle belirttikten sonra değerli arkadaşlarım, gelelim önemli bir konuya, bu Deniz Feneri ile ilgili yeni aşama.
 
 
Değerli arkadaşlarım, bu Deniz Feneri konusu bu iktidarın simgesi hâline gelmiştir. Ben zaman zaman kendime soruyorum: Bu iktidar çekip gidecek inşallah kısa zamanda. (Alkışlar) Bu çekip gittikten sonra acaba bu dönemi, bu AKP dönemini neyle hatırlayacağız, millet neyle hatırlayacak diye kendi kendime soruyorum. Bunun iki cevabını buldum, sizler de katkı yapabilirsiniz. Bir, Deniz Feneri ile hatırlayacak AKP’yi, bir de Habur Kapısındaki o skandalla, o hukuka yapılan tecavüz olayıyla, o büyük hukuki ve siyasi skandalla ve Deniz Feneri ile bu iktidarı hatırlayacak. Yani bir an önce şunu ele alın, bağlayın, çözün, bir sonuca ulaştırın hiç böyle bir şey yok. Bakınız her an boyuna bu konu kanamaya devam ediyor. Yani değerli arkadaşlarım, bakınız daha yeni gelişmeyi söyleyeyim size. Almanya’nın talebiyle 2009 Ekiminde Türkiye’de ifadeleri alınan 4 sanıktan sadece 1’ine mahkeme ilamının ulaştırıldığı diğerlerine ise ulaştırılamadığı ortaya çıkmıştır. Yani Almanya, önce bir yargıladı, mahkûm etti ve bu arada bize yazı yazdı. Dedi ki, “Esas ela başılar sizde. Şu insanlarla ilgili olarak da derhal harekete geçmeniz gerekir.” Biz geçmedik, geçtiysek de bilmiyoruz. Bir yılı aştı hâlâ iddianame yok. Nasıl geçtik diyeyim ben, bir oldu iddianame yok. Değerli arkadaşlarım, şimdi Almanya’da İkinci Dalga Deniz Feneri soruşturması, “şu kişilerle ilgili mahkeme ilamını tebliğ et” diyor. “Ben yargılayacağım” diyor Almanya. İkinci yargılama bu, yeni yargılama “Ben yargılayacağım” diyor. “Benim yapacağım yargılama için, senin memleketinde yaşıyor bunlar, onlara tebliğ et kardeşim. Ben yargılayacağım adama tebligat yapmadan yargılayamıyorum” diyor. “Almanya’da olsa ben onu bulur, tebliğ ederim” diyor. “Şimdi sen de, sen bunu tebliğ et” diyor. Kim bunlar değerli arkadaşlarım, tebligat için adresi bulunamayan bu insanlar? Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman, Reklam ve Pazarlama Müdürü İsmail Karahan, RTÜK üyesi Zahid Aykut Akman ile Deniz Feneri eski yöneticisi ve eski Kanal 7 Muhasebe Müdürü Harun Kapıyoldaş aleyhine hazırlanan iddianame 2009 Ağustosunda Frankfurt 29. Ceza Dairesinde dava açılması talebini içermektedir. Bunlara bunu tebliğ edin diyor. Bu tebligat yapılamadı, birine yapıldı diğerlerine yapılamadı. Biz kendimiz gereken şekilde yargılamıyoruz, adamların yapacakları yargılamalar için tebligatı da yapmıyoruz. Niçin acaba? Bunların imtiyazı nedir? Bunlar niçin himaye altındadır? Kimin himayesi altındadır, kimin? O her gün sağa sola caka satan hangi hükümetin, o hükümetin hangi mensubunun Başbakanın mı, yardımcısının mı kimin himayesi altındadır? Adalet Bakanın himayesi altında mıdır, kimin himayesi altındadır? Türkiye’yi, bir sanığa tebligat yapmaktan aciz bir ülke konumuna düşürmenin sorumluluğunu bunlar nasıl taşıyorlar? (Alkışlar) Nedir bunun imtiyazı ya? Yani nedir? Anlaşılıyor ki çok özel bağlar var, çok özel yakınlıklar var. Yani hısım akrabalık bile benim gözümde bunu izah etmeye yetmez. Olabilir, hısımın akraban olabilir, ama neyse ne kardeşim. Ne oldu bak, bir hısım akrabasıyla ilgili bir suçlama yapıldı Başbakanın, “Gereği neyse yapın” dedi, esrar kaçakçılığı konusunda, tamam, burada da desene kardeşim, niye diyemiyorsun burada? Niye diyemiyorsun? Yani ayrım yapmak çok mu zor? Çok mu iç içe geçmiş? Birisini verirsek gerisi gelir gibi bir durum mu var? Gerçekten vahim bir manzara. Bakın şu süreci size hatırlatayım tekrar arkadaşlar:
 
Bir: Almanya, sanıkları yargıladı, cezalandırdı.
 
İki: Yargılama devam ederken Alman polis şefi, Adalet Bakanı tarafından, gizlice Türkiye’ye davet edildi bunların daha iç yüzü ortaya çıkmadan. Bizim bakan Alman Büyükelçisine gitti daha bunların iç yüzü de tam ortaya çıkmadı, bunlar hep gölgeli alanlar.
 
Üç: Mahkeme, mahkumiyet kararını açıklarken “asıl suçlular Türkiye’dedir” dedi Alman Mahkemesi.
 
Dört: Türkiye uzun süre dava dosyalarını istemedi. Biz talep ettiğimiz hâlde, ısrarla seçim kampanyasında hatırlarsınız, bunu vurguladığımız hâlde, daha sonra zorla istemek durumunda kaldılar ama bir türlü gelmedi. İşte ben, kaplumbağanın sırtına koymuşlar, gelemiyor falan diyordum. Bilgi ve belgeler geldi, geldikten sonrada aylarca tercümesi yapılmadı gelen dosyanın, bir ayak sürüme dönemi yaşandı.
 
Beş: Savcılık, Zahid Akman için soruşturma izni istedi, Türkiye’de savcılık Zahid Akman için. Bir soruşturma gidiyor şimdi, hâlâ iddianameyi görmedik bir yıl oldu. Başbakan soruşturma izni vermedi değerli arkadaşlarım. Yani Başbakan, eski RTÜK Başkanı hakkında Türkiye Cumhuriyeti Savcılığı, bu Deniz Feneri yolsuzluğuyla ilgili olarak. İşin içinde, müsaade edin soruşturalım bu kişiyi dediği hâlde izin vermedi. Şimdi bugün öğreniyoruz, Başbakan, “Adana Belediye Başkanı soruşturulsun” diyormuş. Değerli arkadaşlarım, Adana Belediye Başkanı da soruşturulsun, Zahid Akman da soruşturulsun, sen de soruşturul, ben de soruşturulayım, hep soruşturulalım. (Alkışlar) Yani niye Adana Belediye Başkanı sadece soruşturulsun, sen Zahid Akmanı niye saklıyorsun, niye koruyorsun, Sayın Başbakan niye koruyorsun? Nedir gerekçen bir çık söyleyiver ya. “Bunu yazanı ezerim” diye korkutuyorsun, gazetelere ceza üzerine ceza yazıyorsun, milyarlarca dolarlık cezalar yazıyorsun, onları sindiriyorsun, sonrada bu soruları kimse sormayacak zannediyorsun. Sorarlar, sorarlar, kimse sormazsa Cumhuriyet Halk Partisi sorar, Deniz Baykal sorar. (Alkışlar)
 
Değerli arkadaşlarım, mahkemenin bu hükümlerine rağmen, bütün bu gerçeklere rağmen Türkiye’de Deniz Feneri Derneği topluma faydalı dernekler statüsünden yararlanmaya devam ediyor, yüzde 100 vergi bağışıklığını korumaya devam ediyor ve Almanya “Asıl fail” dedikleriyle ilgili Türkiye’de bizim soruşturmamızı istediği, bizim soruşturmadığımızı gördüğü asıl faillerle ilgili kendisi davayı açtı ve tebligat yapılsın diye bekliyor Almanya. Almanya, şimdi Türkiye’den tebligat bekliyor. Yardımlaşma anlayışı, adli muavenet anlaşmaları yapılmıştır. Türkiye’den de bir başka ülkenin yargısı bir talepte bulunabilir, biz de onlardan bir talepte bulununuz, onun gereği karşılıklı olarak yapılır, tebligatı yaptırmıyoruz ya. Bu Deniz Feneri konusunu da kimsenin unutmadığını ve unutmayacağını Başbakana hatırlatmak için bir kez daha dile getiriyorum değerli arkadaşlarım.
 
Şimdi, Türkiye’nin ana gündem maddesiyle ilgili gelişmelere hep birlikte tanık oluyoruz. Bakın son günlerde biraz daha yukarıdan bu konuya bakarak bir temel anlayışı ifade etmeye çalışıyorum. Değerli arkadaşlarım, sağlıklı bir ülke olabilmemiz için, bir demokrasi, bir hukuk devleti, hakkın, hukukun işlediği, insan haklarının güvence altında olduğu, herkesin korkmadan güvenerek barış içinde, huzur içinde yaşayabildiği bir ülke olmamız için gereken asgari bazı ihtiyaçlar var, onları vurgulamaya çalışıyorum. Bakın bu çerçevede baktığımız zaman, Türkiye’de siyaseti ve particiliği, partiyi, siyasi partiyi bir, camiye sokmamak lazımdır; iki, kışlaya sokmamak lazımdır; üç, mahkemeye sokmamak lazımdır. Yani particilik, partizanlık, senin adamın benim adamım, siyasi parti düşüncesi eğer camiye girerse, o cami artık hepimizi kavrayan, kucaklayan, siyasetin üstünde insana insan olarak bakan, siyasetiyle değil, onu insan olarak kabul eden bir anlayışın dünyası olmaktan çıkar. Din, siyasetle kaynaştırıldığı zaman o artık din olmaktan çıkar. Dinin özelliği evrenselliği, kucaklayıcılığı, kavrayıcılığı, her türlü kabile, etnik kimlik bağlılıklarının ötesinde renk, cinsiyet, para pul, diploma, asalet, aşiret, tarikat bağlılıklarının üzerinde herkesi saygın kabul eden, eşit kabul eden, değer veren bir anlayışı yansıtıyor olmasıdır. siyaset ayrımcılıktır, adı üstünde; parti, ayrıştırmak demektir. Değerli arkadaşlarım, siyasi partiyle dini karıştırdığınız zaman dine büyük zarar verirsiniz, siyasete de çok büyük zarar verirsiniz. Siyasetin o ayrışmayla yapabileceği olumlu işler var, yararlı işler var. Rekabetle, yarışmayla üretebileceği şeyler var siyasetin, onu da üretemez hâle gelir. İnanç, iman siyasetin özü olamaz; siyasetin özü sorgulama, ikna etme ve değiştirme, anlayışını da değiştirme, bağlılığını da değiştirme, hükmünü de değiştirme. Siyasette bir hüküm verirsin bir süre sonra ya, yanlışmış dersin, değiştirirsin. Siyaset böyle işler. Öyle olması doğaldır, bu yanlış değildir. Ama dinde, imanda böyle bir şey yok. Din, iman teslimiyet, inanç. Sorgulama yok, şirk yok dinde. Siyasette o var, bu var, tartışma var, kabul etme var, reddetme var, sorgulama var, itiraz etme var. Şimdi, arkadaşlar, bunun karıştırılmaması gerekiyor. Bunun karıştırılması bütün toplumlara tarih içinde daima çok büyük sıkıntılar yaratmıştır ve biz bu dersi taa devletimizin kuruluş dönemlerinden itibaren çok doğru bir şekilde aldık. Siyaseti dinin ötesinde kendi alanında tutmayı önemli saydık. Dine saygı her şeyin ötesinde ama siyaset de kendi kurallarıyla işleyecek. Değerli arkadaşlarım, laiklik dediğimiz bu. Dine saygı, dinin gereğinin dini alanda etkin olması ama siyasetin, hukukun, eğitimin dini dayatmalarla yönlendirilmemesi, ilahiyat olarak, inanç olarak, iman olarak dinin herkesin ruhunu aydınlatması, ışıtması, herkesin onu en güzel şekilde yaşaması, paylaşması, gereğini yerine getirmesi ama siyaseti oradan yönlendirmeye kalktığınız zaman olmaz. Şimdi, bakın bunlar hep yaşandı ve ne görüyoruz? Bu temel ilke, kutsal bir anlayış bu, bu anlayış son zamanlarda ihlal edildi. Ben bunu bir siyasetçi olarak söylemiyorum. Bak, Anayasa Mahkemesi bir karar verdi. Dedi ki “Sen, laikliğe karşı eylemlerin odak noktasındasın.” Şimdi, bu hüküm. Bu, benim siyasi suçlamam değil, yargının, mahkemenin hükmü. Sen, bu ayrımı gözetemedin arkadaş demiş. Şimdi, birinci noktada bir zafiyet var, bu zafiyeti biliyoruz. Bu zafiyete sürüklenmesin istedik. Türkiye bu zafiyete, partiler, iktidarlar sürüklenmezse güçlenir, önü açılır. Buraya partiler sürüklenir, hele iktidar buraya sürüklenirse o ülke karma karışık olmaya başlar, işte başımıza gelen bu. Oralardan başladı. Birinci ilkede böyle bir şaibe duruyor değerli arkadaşlarım.
 
İkinci ilke, Silahlı Kuvvetler, kışla, siyaset ilişkisi. Kışlanın kendi kuralı, kendi düzeni var; siyasetin kendi kuralı, kendi düzeni var. Siyasete göre ordu yapmaya kalkarsak, siyasete göre silahlı kuvvetler yapmaya kalkarsak, siyasi partiye göre silahlı kuvvetleri yönlendirme arayışı içine girersek buradan çok büyük sıkıntılar çıkar. Tarihimiz bunun çok büyük örneğiyle doludur. Bu da uzak durulması gereken bir olaydır. Mesafeli, anayasaya, hukuka, sivil yönetime elbette saygı anlayışı içinde ama mesafeli bir ilişki bu alanda mutlak ihtiyaçtır. Elinizi kışlanın içine sokarsanız, o paşa bu paşa demeye kalkarsanız bunun arkasından çok kötü şeyler gelir. Buraya karışmamak lazım değerli arkadaşlarım. Burayı kendi içinde hukuka, yasalara uygun bir biçimde çalışır hâle getirmenin yollarını, yöntemlerini bulmak ve uygulamak lazım. Bu konuda son zamanlarda maalesef sıkıntılı günler yaşıyoruz. Bakınız elbette Türkiye’de siyasetle ordu ilişkisinin engebeli bir geçmişi var. Askeri müdahaleler yaşandı. Buradan kaynaklanan korkuların, tedirginliklerin, sıkıntıların kendisini sürdürüyor olması doğal ama bu korkuların, bu kaygıların Türkiye’yi bu açıdan yeni sorunlarla karşı karşıya bırakmaması en temel ihtiyaçtır. Yani geçmişte, bakınız böyle olaylar yaşandı. 12 Mart 71, böyle daha Türkiye’de insanların bizzat yaşadığı bir tarih süreci olarak referans olarak alıyorum ve 12 Eylül 1980, iki ciddi askeri müdahale sonuçları olan, yani hükümete ve parlamentoya yönelik etkin sonuçlar doğuran resmi bir müdahale. Böyle, efendim, böyle etkilemeye çalıştı, işte yön verdi, muhtıra yayınladı falanın ötesinde. Değerli arkadaşlarım, bu olaylar şunu hep birlikte kabul etmeliyiz ki, Türkiye için çok ciddi dersler çıkarılması gereken bir laboratuar konumunda olmuştur ve biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak 12 Mart’a da, 12 Eylül’e de, bütün askeri müdahalelere de lafta değil, çok net, çok somut bir biçimde karşı tavır takınmışızdır. Bizim askere saygımız vardır. Türkiye’de Silahlı Kuvvetlerin büyük önem taşıdığına inanıyoruz. Silahlı Kuvvetlerin sakınılması, korunması gerektiğine, Türkiye’nin Silahlı Kuvvetlerini güçlü tutmaya çok büyük ihtiyacı olduğunu en iyi biz biliyoruz ama…(Alkışlar) … yine biz diyoruz ki herkes kendi işini yapacaktır; asker askerliğini yapacaktır, siyasetçi siyasetçiliğini yapacaktır ve bu ilke etrafında daima tavır takındık, 12 Mart’a da net bir şekilde bizim siyasete alet edilmemize, Silahlı Kuvvetlerin gölgesinde siyaset yapma anlayışına girmemizi kimse sağlayamadı. Türkiye’nin o dönemi mutlaka en kısa zamanda aşması gerektiğine hep beraber inandık bütün Cumhuriyet Halk Partililer ve o doğrultuda büyük bir mücadele verdik ve çizgimizi o netlikte oturttuk. 12 Eylül’de aynı şekilde Cumhuriyet Halk Partisinin, askeri bir müdahaleye karşı net tavır aldığı, askeri müdahalenin bütün acılarını yaşadığı, ızdırabını yaşadığı, partis
 
Kemal SAĞ Facebook Sayfası
Yeni Adana Gazetesi
Merhaba Gazetesi
Radyo Seyhan
Kanal A
Ekspres Gazetesi
Serbes Haber
Adana Haber Net
Adana Haber
Haberler.Com
TBMM
 
 
Online : 13 , Ziyaretçi: 1197364 , Sayfa gösterimi: 8939157Yönetim