-“Bugünkü
iktidar kadrosu için en önemli olay yargıyı kendileri için uygun bir
noktaya getirmektir. Anayasa değişikliğine bu nedenle gidilmektedir.
İktidarda bulundukları sürece bu yargıyla iyi, kötü idare ettiler. Ama
iktidardan bir gidecek olurlarsa bu yargıyla durumu idare etmeleri
mümkün değildir. Hesabı sorulmamış bunca olay var. Yolsuzluklar, devlet
yönetiminde hesabı sorulacak yanlışlıklar, Habur'da yaşanan yargı
utancının hesabı sorulacak.”
-“Türkiye'de ''anayasa ile arası iyi olmayan, dayatmacı ve elinde büyük siyasi güç olan bir iktidar var.Türkiye'nin
talihsizliği sadece bu değil. Türkiye'nin talihsizliği böyle bir
ortamda cumhurbaşkanlığı makamında bu tehlikeyi kavrayıp, buna
zamanında müdahale yapabilecek; etkin, tarafsız, anayasayı içine
sindirmiş, özgüveni yüksek, yanlışa 'yanlış' diyebilecek bir
cumhurbaşkanımızın bulunmamasıdır”
-“AKP
kamyonunun freni yok, patlamış... Yokuş aşağı iniyor yüklü bir araba.
Allah muhafaza... Böyle bir tablo ile karşı karşıyayız. Bir fren lazım.
Partinin içinde fren yok, balatalar yakılmış, fren tutmuyor.
Cumhurbaşkanlığı o fren görevini yapamıyor. Bunu üzüntüyle tespit
ediyoruz”
-“Seçim
sırasında bize 'iyi insandır, hoş insandır herkesle iyi ilişkisi var,
güleryüzlüdür, tatlı dillidir' dediler. İyi tamam da biz güleryüzlü,
tatlı dilli bir sohbet muhatabı aramıyoruz. Biz olumsuz gidişe müdahale
edebilecek siyasi iradeyi sergileyecek bir cumhurbaşkanı arıyoruz.
Gelinen noktada durum açıkça görülüyor, bir ihtiyaç var bir de boşluk
var.”
-“Cumhurbaşkanlığı
freninin de işlemediği dikkate alınınca elde kalan tek fren olan yargı
bağımsızlığının da ortadan kalkacak olması Türkiye'yi nasıl bir
tehlikeyle, tehditle karşı karşıya bırakıyor takdirinize sunuyorum.''
-“Başbakan
hakimlere 'cübbeleri çıkararak seçime girin diyor. Onlar isterlerse
seçime girerler. Ahlaklarıyla, eğitimleriyle, kişilikleriyle elbette ki
bu parlamentodaki 550 milletvekilinin arasında yer alabilecek nitelikte
insanlardır. Onlar parlamentoya girebilir de sen onların cübbesinin
altına giremezsin”
-“Eğer
sen yargıçların bulunduğu mekanda kendine bir yer arıyorsan senin
mekanın onların bulunduğu hakim kürsüsü değildir, onların karşısında
yer alırsın”
-“Başbakan hakim olamıyor ama bir hevesi var, Anayasa Mahkemesinin 17 hakimi de RTE olsun istiyor''
-“AKP
Yöneticileri CHP'nin değişiklikleri Anayasa Mahkemesine götürmemesini
istiyor. Böyle bir beklenti içine girilmesi ''biz yaptığımız işin
anayasaya aykırı olduğunu biliyoruz ama bu ihlali tamamlayabilmemiz
için sizin de bizimle suç ortaklığı yapmanız gerekiyor'' anlamına
gelmektedir. Bu Anayasa ihlalinin itirafıdır”
-“Van’da saldırıyı yapanlar
AKP'lilerdir. İktidar üzerine düşeni yapmamıştır. Bize gelince
gürültüye pabuç bırakmadık. İktidarı kınadık, yapılması gereken ne ise
onu yaptık”
-“Ahmet
Türk'e saldırı oldu. Üzüntü verici, acı verici bir olay. Biz hemen
üzüntülerimizi ifade ettik.Dün de Bakan Yıldız saldırıya maruz kaldı.
Nereye gidiyoruz, bu nasıl manzaradır?''-
-''Türkiye'nin
nereye doğru sürüklenmekte olduğu konusunda iktidarın içine girdiği
teslimiyetçi, kaygısız tablo önemli bir unsur değil midir? Alışılmamış
terör olaylarının ötesinde bir hesaplaşmaya, cezalandırmaya işin
yönelmeye başlaması, karşılıklı saldırıların sıradan yöntem haline
dönüşmesi hepimizi kaygılandırması gereken bir durumdur. Bu gidişe
milletçe son vermeliyiz, hep birlikte durdurmalıyız''
-“Samsun'da iki polisini şehit edilmesinin aydınlığa kavuşturulması lazımdır. İktidarın hesabını vermesi gereken bir durumdur''
-“Kıbrıs'ta
barışçı müzakerelerle demokratik çözümü herkes istemektedir. Ama bu
çözümün, KKTC'nin kazanılmış haklarını ortadan kaldırmasına ve Türkiye
ile KKTC arasındaki bağın gereken şartlar oluşmadan koparılmasına
yönelik bir sonuç doğurmaması gerekir. KKTC’deki seçim demokratik
uyarıdır''
-''Başbakan,
1 milyon 300 bin TOBB üyesi bir işçi alırsa, işsizlik 3 puan düşer''
diyor. Bu ne güzel akıl. O işletmeler kapanmamak için meydan savaşı
veriyor, sen 'bir kişi daha alıver' diyorsun. Kolaysa sen alıver?.
Başbakan işsizlik oranının yüksek seyretmesi karşısında, bu konuyu
birilerinin sorumluluğuna yıkarak, onun siyasi sorumluluğundan
kendisini kurtarmaya çalışıyor''
-“Bu
Hükümet öncelikle, elde diplomaları olduğu halde bir türlü tayin
edilemeyen 200 bin öğretmeni tayin etmelidir ve engellilere istihdam
olanağı sağlamalı yasal hakları olan kadroları vermelidir”
İletişim Koordinatörlüğü (Ankara)–
Genel Başkan Deniz Baykal TBMM’de CHP Grup Genel Kurulu’nda güncel
gelişmeleri değerlendirirken, Anayasa değişikliği projesi bir RTE
projesidir. Gelecek olan anayasa da Türkiye Cumhuriyeti anayasası
olmayacak, RTE Anayasası olacaktır.'' dedi.
Konuşması
sık sık alkışlarla kesilen Genel Başkan Baykal Başbakan Erdoğan’ın bir
tutarsızlık abidesi olduğuna dikkat çekti ve geçmişte “Başkanlık
sistemi Amerikan Emperyalizminin tavsiyesidir” dediğini
hatırlatarak görüşlerini şöyle açıkladı:
CHP GENEL BAŞKANI DENİZ BAYKAL’IN; 20.04.2010 TARİHİNDE GRUP GENEL KURUL TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA
CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL –
Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, sevgili vatandaşlarım; hepinizi
içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum, hepiniz hoş geldiniz. Bugün,
Cumhuriyet Halk Partisi Türkiye Büyük Millet Meclisi Grubu yoğun bir
çalışmanın arkasından, sabah tekrar görev başı yapmış durumda.
Arkadaşlarımı, dünkü mücadeleleri dolayısıyla kutluyorum. Çok büyük bir
görev yapıyorlar. Bu göreve sonuna kadar devam edeceğiz. Hepinize
başarılar diliyorum. (Alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım, önümüzde değerlendirmemiz gereken birçok önemli konu var.
Önce Kıbrıs’ta Pazar günü bir seçim yapıldı ve seçim, demokrasinin bir
uygulaması olarak Kıbrıs’ta bir önemli değişim talebini ortaya koydu.
Bu değişim talebi sadece Kıbrıs Cumhurbaşkanının kişiliğiyle ilgili bir
değişim talebi değildir. Kıbrıs’ta uygulanmakta olan politikaların,
Kıbrıs’a yönelik yapılmış olan çeşitli taahhütlerin, vaatlerin bir
anlamda değerlendirilmesi sonucunda ortaya çıkan bir siyasal tercihtir
ve umut ediyorum Kıbrıs’ta yeni bir siyasi rotayı ortaya koyacak olan
bir seçim olmuştur. Bu seçim dolayısıyla Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyetinde demokratik rejimi işletmeye gayret eden tüm Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti vatandaşı kardeşlerimi yürekten kutluyorum, onları bu
seçim dolayısıyla selamlıyorum ve kendilerine başarılar diliyorum.
(Alkışlar)
Kıbrıs’ta
insanlar büyük bir dürüstlükle, içtenlikle önlerine getirilen
teklifleri özveri sergileyerek destekleme gayreti içine girdiler. Her
türlü sorumluluğu, esnekliği ortaya koydular ama ortaya çıkan tablo
maalesef geniş ölçüde bir hayal kırıklığı tablosu olmuştur. Bu hayal
kırıklığı bu seçimlere de yansımıştır, artık Kıbrıs’ta elbette barışçı
müzakerelerle bir demokratik çözümü herkes istemektedir, buna destek
olma kararındadır ama bu çözümün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin
kazanılmış haklarını ortadan kaldırmasına ve Türkiye ile Kuzey Kıbrıs
arasındaki bağın gereken şartlar oluşturulmadan koparılmasına yönelik
bir sonuç doğurmaması çok temel bir noktadır. Bu çerçevede umut
ediyorum Sayın Derviş Eroğlu, müzakereleri elbette sürdürecektir ama bu
müzakerelerin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde bir araya gelmiş olan
insanların kazanılmış siyasi haklarını ortadan kaldırmaya yönelik
olarak işletilmesine her hâlde göz yummayacaktır. O nedenle, Kıbrıs’ta
var olan durumun iki ayrı toplum, iki ayrı coğrafya ve iki ayrı siyasi
irade egemenlik temelinde ancak müzakerelerin bir birleşmeye,
bütünleşmeye taşınmasıyla kalıcı bir barışın ve istikrarın bölgede
sağlanması mümkün olacaktır. Bu seçim, bir demokratik uyarıdır, bir
demokratik tecrübedir ve umut ediyorum bu demokratik uyarı Kıbrıs
sınırları ötesinde etkiler ve sonuçlar da doğuracaktır. Kıbrıs’ta
ortaya çıkan bu yeni gerçeklik duygusunun, Kıbrıs’ta ortaya çıkan bu
yeni anlayışın Kıbrıs’ın ötesine taşacağına yürekten inanıyorum,
güveniyorum. (Alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım, geride bıraktığımız haftaya yöne veren temel konulardan
birisi bir biri ardından zincirleme bir şekilde ortaya çıkan siyasi
saldırıların, fiilî saldırıların yeni bir düzey kazanmış olmasıdır,
yeni bir derinlik kazanmış olmasıdır. Hatırlayacaksınız, ilk kez
Cumhuriyet Halk Partisine karşı Van’da bir saldırı düzenlenmişti. Bu
saldırı karşısında biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak, bu olayın
içyüzünü, gerçek niteliğini kamuoyumuza delilli, mesnetli, fotoğraflı,
filmli olarak kanıtlamıştık. Neydi bu olay? Bu olay, Van’da Cumhuriyet
Halk Partisine bireysel bir saldırının yapılmadığı, spontane, tepkisel,
o anda birdenbire birilerinin içinden gelerek ortaya koyduğu bir
saldırı eyleminin söz konusu olmadığı, planlı, organize, hazırlıklı bir
saldırının orada kamu görevlilerinin denetimi altında, gözetimi altında
sahnelenmiş olduğu idi. Bu çok açık, çok net. Bu olay, tepesi
attığından dolayı birdenbire bir kızgınlık heyecanına kendisini
kaptırarak birisinin başvurduğu bir eylem değildi. Dövizler
hazırlanmış, mevziler tutulmuş, yerleşilecek yere yerleşilmiş, koli
koli yumurtalar alınmış, taşlar toplanmış bekleniyor. Böyle olduğunu
herkes biliyor. Emniyet biliyor, polisler biliyor, vali biliyor, Ankara
biliyor, herkes biliyor. (Alkışlar) Ve saldırının yapılması için
havaalanından Cumhuriyet Halk Partisi otobüsünün saldırı mahalline
gelmesi bekleniyor. Herkes bekliyor, bir bizim haberimiz yok. Biz,
samimi insanlar olarak, vatandaşlar olarak orada gereken güvenliğin
elbette alınmış olduğunu kabul ederek gidiyoruz ve güzergâh boyunca da
Van halkıyla sevgi ve dostluk anlayışı içinde ilişki kuruyoruz,
selamlaşıyoruz. Bir tek kişi, üzüntü verici tek bir davranış
sergilemiyor yol boyunca, kilometrelerce. Sevgi, nezaket, saygı,
dostluk, selamlaşma. Selamlaşarak, Allah’ın selamını paylaşa paylaşa
geliyoruz. Nereye kadar? Tertibin yapıldığı yere kadar. Orada tertip
ortaya çıkıyor. Bireysel değil, ani değil, tepkisel değil, planlı,
hazırlıklı, örgütlü ve bunu yapanlar da AKP’liler. Bu işin başında
bulunanlar AKP’liler. Çok açık, isim isim biliniyor. Şimdi bunu yaşadık
değerli arkadaşlarım. Böyle bir olay yaşandığı zaman dünyada demokratik
ülkelerde ne olur? Hemen olay karşısında iktidar yetkilileri konuya el
koyar, önce olaya maruz kalan siyasi partiden, genel başkandan bir
arayışla, nezaketle duygularını, düşüncelerini ifade ederek,
üzüntülerini ifade ederek bir dostluk teması kurar. Üzüntülerini
kamuoyuna ifade eder. Böyle bir olayın ortaya çıkmış olmasına
kesinlikle bir daha izin verilmeyeceğini kararlı olarak söyler. Bu
olayın içinde yer alan herkesi takibat sonucunda hesap vermeye çeker.
Bunlar oldu mu değerli arkadaşlar? Bunların hiçbirisi olmadı. Tam tersi
oldu. Ne olmuş yani. Bu abartılmış bir olaydır. Bizi ilgilendiren bir
tarafı yoktur falan diye neredeyse olayı bizi suçlamak için bir vesile
hâline getiren bir anlayışla ele aldı iktidar. Bir tek kişi geçmiş
olsun demedi, bir tek kişi üzüntüsünü ifade etmedi, bir tek kişi açıp
telefon etmedi, bir tek kişi açıp telefon etmedi, bir tek kişi bu
sorumlulardan hesap sorulacaktır demedi. Ne zamana kadar? Bu olayın bu
iç yüzünü, Cumhuriyet Halk Partisi, fotoğrafıyla, belgesiyle ortaya
koyuncaya kadar. Koyduk. Ondan sonra yarım ağız laflar. Ortada ciddi
bir şey hâlâ yok.
Şimdi,
değerli arkadaşlarım, bu olayda biz, hukuka saygılı, demokrasiyi
özümsemiş bir siyasi parti nasıl davranırsa öyle davrandık. Gürültüye
pabuç bırakmadık, teslim olmayacağımızı ifade ettik, bu olayın üzerine
gideceğimizi ilan ettik ve bu olayı ve bu olayın arkasındaki bütün
partilileri, iktidarı kınadık. Yapılması gereken bu idi, bunu yaptık.
(Alkışlar) Bir süre sonra başka bir olay oldu. Samsun’da, Sayın Ahmet
Türk’e bir kişi, bilinen o, yumrukla saldırdı. Üzüntü verici bir olay,
acı bir olay. Türkiye’de siyasi hayata şiddetin bulaşmaya başladığını,
meşru siyasi partililerin artık şiddetin hedefi, hatta giderek belki
bir parçası hâline dönüşebileceği kaygısını ortaya koyan bir tablo
kendisini gösterdi. Biz hemen üzüntülerimizi ifade ettik, geçmiş olsun
dileklerimizi dile getirdik. Ben yurt dışındaydım, oradan mesajlar
yayınladım. Herkes, kamuoyumuz, bunu kaygıyla karşıladı, üzüntüyle
karşıladı. Bu konuya daha bir sahip çıkma eğilimi kendisini gösterdi.
İktidar, bir miktar telaşlandı, bu olay yaşandı. Ama bu olay yaşandığı
zaman şu noktalara dikkatinizi çekmek istiyorum. Birileri çıktı dedi ki
“Bizim tepkimiz Cumhuriyet Halk Partisi gibi olmaz.” Değerli
arkadaşlarım, Cumhuriyet Halk Partisinin tepkisi hukuka saygılı,
demokrasiye saygılı bir siyasi partinin tepkisidir. Demokraside böyle
olayları caydıracak adımlar atmak bu olaya maruz kalanların
sorumluluğu, görevi değildir, öyle olmamak gerekir. Biz, canımız
sıkıldı, yani yeni bir şey mi var, biz mi yanlış yaptık. Bize saldırı
yapılması karşısında hukuku, sağduyuyu, kamuoyunu harekete geçirmeyi
tercih etmekle biz mi yanlış yaptık diye kendi kendimize sorduk ve
yanlış yapmadığımızı elbette karara bağladık ama bir süre sonra orada 2
polisin öldürüldüğünü gördük değerli arkadaşlarım. Bu, tabii çok acı
bir olaydır, çok üzüntü verici bir olaydır. Sayın Türk’e yapılan
saldırıyla o 2 polisin öldürülmesi arasında bir bağlantı vardır diye
hüküm verme konumunda değilim ama uzun süreden beri Türkiye’de, hele
çatışma alanı dışındaki bölgelerde, hatta çatışma alanı içinde olan
bölgelerde polislere karşı bir saldırının yapılmadığı dikkate alınınca
bu olayı yorumlamak daha da güçleşmektedir. Devriye gezen, yaşını
başını almış, çocuğu da polis olan olgun bir polis. Devriye arabasının
içinde, kimseye zarar verdiği yok, şiddet yok, çatışma yok, düşmanlık
yok, yer Samsun, Ladik. Değerli arkadaşlarım, şimdi oradaki bu masum
polislerin, görevini yapmakta olan polislerin, daha önce yaşanmış
olaylarla hiçbir doğrudan bağlantısı olmayan bu insanların birdenbire
bir saldırıya hedef olması, planlı bir saldırıya hedef olması ve
öldürülmesi kaygı verici bir tablodur. Bu olayın aydınlığa
kavuşturulması lazımdır. Bunu Türkiye’de yaşanan çatışma olaylarından
bir başkası diye izah etmek mümkün değildir. Bu, Türkiye’de iktidarın
çok ayrı bir biçimde ele alıp değerlendirmesi ve hesabını vermesi
gereken bir durumdur. Bunu büyük bir üzüntüyle karşılıyorum. Değerli
arkadaşlarım, bu olay böyle yaşandı, bir yumruk ve 2 polisin hayatı.
Sonra Kayseri’de dün bir başka üzüntü verici olaya tanık olduk. Bir
bakan, bir şehidimizin cenaze töreninde saldırıya hedef oldu ve burnu
kırıldı. Operasyon yapıldı Sayın Türk’e yapıldığı gibi. Değerli
arkadaşlarım, nereye gidiyoruz? Bu nasıl manzaradır? Bu, Türkiye’de
doğal karşılayacağımız, olabilir diyerek görmezlikten gelebileceğimiz
türden olaylardan birkaçı mıdır? Yoksa bunun altında bir başka temel
sahipsizlik, bir başka temel sorumsuzluk, Türkiye’nin nereye doğru
sürüklenmekte olduğu konusunda iktidarın içine girdiği teslimiyetçi,
kaygısız tablo bir önemli unsur değil midir, düşünülmesi gereken bir
konu değil midir? Bu tabloyu büyük üzüntüyle görüyorum ve alışılmış
terör olaylarının ötesinde bir hesaplaşmaya, bir cezalandırmaya işin
yönelmeye başlaması, karşılıklı saldırıların artık bir sıradan yöntem
hâline dönüşmesi hepimizi kaygılandırması gereken bir durum
oluşturuyor. Bu durama kamuoyumuzun, artık iktidardan umudumu kesmiş
olduğum için, dikkatini çekmek istiyorum. Vatandaşların bu tabloyu
doğru değerlendirmesini istiyorum. Bu gidişi doğru anlaması gerektiğini
düşünüyorum. Bu gidişe ilk fırsatta son verme kararını milletimizin bir
kez daha içinden alması gerektiğine inanıyorum. Bu gidişe milletçe son
vermeliyiz. Bu gidişi hep birlikte durdurmalıyız. (Alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım, geride bıraktığımız günlerde bir başka tartışma
birdenbire ilgi çekici bir noktaya geldi. Sayın Başbakan, kimse
farkında değil ama bir yeni açılım daha yapıyor. Bu açılım, işsizlik
açılımıdır. Başbakan, işsizlik açılımı yapıyor. Yani birdenbire tuttu,
işsizliğin sorumluları tespit etti, onları itham etti, onlara görev
verdi, şimdi işsizlik etrafında şarkıcıları, sanatçıları toplayarak
yapacağı konuşmaları bekliyoruz Sayın Başbakanın. Diyor ki “İşsizlik
yapısal değil, sanaldır. Her TOBB üyesi 1 işçi alsa işsizlik azalır.
Tekstil işverenleri işçilerini acımasızca sömürüyorlar.” Sen ne
yapıyorsun? Senin görevin ne? Nerede iş yasaları, nerede kanunlar?
Nerede iş müfettişleri, nerede Çalışma Bakanı, nerede Başbakan?
(Alkışlar) “Acımasızca sömürüyorlar” diyor, sonra da “TOBB bu işi
halletmezse ben hallederim. Her oda başkanıyla ayrı ayrı konuşurum”
diyor. Şimdi, değerli arkadaşlarım, Türkiye bir ekonomik sıkıntıyı bir
süreden beri taşıyor. Bunun nereden, nasıl ortaya çıktığını hep
konuşuyoruz, tartışıyoruz. İçeriden kaynaklanan nedenleri var, dünyadan
kaynaklanan nedenleri var. Bunlar karşısında alınması gerekip alınmayan
tedbirler var, alınmış olan tedbirler var, bir gidişat var. Şimdi,
böyle bir tablo içinde birdenbire Başbakan coştu, Türkiye’de artık
kimsenin inkâr edemeyeceği en temel ekonomik durumun en somut
göstergesi olan işsizlik oranının olağanüstü yüksek düzeyde ortaya
çıkmaya devam etmesi karşısında bu konuyu birilerinin sorumluluğuna
yıkarak, birilerini suçlayarak onun siyasi sorumluluğundan kendisini
kurtarmaya çalışıyor.
Değerli
arkadaşlarım, bakınız önce işsizlik tablosuna bir bakalım. İşsizlik
konusunda 2010 yılının ocak ayında geçen yılın aralık ayına göre, yani
bir önceki aya göre bir artış ortaya çıktı ve bu artış aralık ayında
13,5 olan işsizliği 14,5 düzeyine çıkardı. Resmi rakamlarla
konuşuyorum, bunların doğru olmadığını hepimiz biliyoruz, gerçeği tam
yansıtmadığını biliyoruz ama onların üzerinden bir mukayese yapmak
mümkündür diye düşünerek onları esas alıyorum. Yani aralıktan ocak
ayına kadar 13,5’tan 14,5’uğa çıktı. Şimdi, ekonomik krizin, 2008
yılında başlayan, 2008 Ekiminde, eylülünde resmen kendisini hissettiren
ekonomik krizin en ağır sonuçlarının ortaya çıktığı ay 2009’un ocak ayı
olmuştur. 2009’un ocak ayı bir zirvedir işsizlikte, yüzde 15’in
üzerindedir, 15,5’tur. Şimdi, arkadaşlar diyorlar ki, yüzde 15,’uğun
altında kaldık, yani bir yıl önceki krizin en derin olduğu noktadaki
işsizlik oranının altında kaldık diye teselli bulmaya çalışıyorlar.
Kriz aşılmış, o krizin üzerinden bir yıl geçmiş. Bu bir yıl içinde
ekonomide büyüme başlamış, 2009 yılının son üç ayında siz, yüzde 6
ekonomi büyüdü diyorsunuz. Ekonomi yüzde 6 2009’un son üç ayında
büyüyor da 2010’nun ocak ayında nasıl oluyor da işsizlik hâlâ aralığın
işsizlik oranının üstünde çıkıyor? Değerli arkadaşlarım, bu şunu
gösteriyor: Türkiye’de ekonomik krizin ağır tahribatı ortadan
kaldırılabilmiş değildir. Geçmişe göre biraz daha makul bir noktadayız
elbette ama düzelmenin çok zaman alacağı, daha çok süreç gerekeceği
açıkça ortaya çıkmıştır ve bu da işsizlik rakamında kendisini net bir
şekilde göstermiştir. Şimdi, Başbakan, “işsizlik yapısal bir sorun
değil, sanal bir sorun olduğunu” söylüyor ve TOBB’un 1 milyon 300 bin
üyesinin her birinin birer kişi istihdam etmesi durumunda bu
işletmelerin batmayacağını ve işsizlik oranının 3 puan birden
düşeceğini söylüyor. Ne güzel akıl, ne güzel akıl… 1 milyon 300 bin
TOBB üyesi. Değerli arkadaşlarım, bunların yüzde 80’i azami 3 kişi
çalıştırıyor, yani TOBB üyesi işletmelerin yüzde 80’ni 3 kişi
çalıştırıyor. Şimdi ona diyor ki yüzde 30 yükünü artır. O 3 kişi
çalıştırıyor da o 3 kişiyi çalıştırırken borçtan kurtulabilmiş
vaziyette mi? Hayır. Kapanmamak için büyük bir meydan savaşı veriyor.
Kredilerini ödeyememiş, borçlar artmış, primler birikmiş. Türkiye’de
yüz binlerce işletmenin prim borcu var, sigorta primini ödeyemiyor.
Kendi vergi borcu birikmiş, çocuğun, yanında çalışan insanın parasını
iki ay, üç ay geciktirerek ödüyor. Niçin? Dükkânı kapatmamak için,
kepengi indirmemek için. Şimdi, Başbakan diyor ki “1 kişi daha alıver.”
Kolaysa sen alıver. (Alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım, kredi takibindeki KOBİ sayısı 200 bin iken, bunların
içindeki mikro işletmelerin sayısı yüzde 80’nin üstündedir, 170 bini bu
niteliktedir. Şimdi, bunların ek istihdam yaratmaları, daha finansman
sorunlarını çözememişler, kârlılıklarını sağlama alamamışlar,
borçlarını ödeyememişler, işçilerine borcu var, çalışanına borcu var,
kiraya borcu var, belediyeye borcu var, maliyeye borcu var kuşatılmış
hâlinde, şimdi bunlara “Yapın. Yapmazsanız” diye esiyor, savuruyor
Sayın Başbakan. Değerli arkadaşlarım, bakınız Türkiye’de bu manzara
karşısında, şimdi Başbakan, bu rakamı indirecek ya, bunun için kamu
istihdamını artıralım düşüncesi içine girdi, bu doğrultuda bir hazırlık
yapıyor. Yalnız yine çok ciddi yanlışlıklar yapması ihtimali vardır, o
nedenle bir uyarıyı burada dile getirmek istiyorum. Tabii hantal bir
devlet yönetimine, maaş ödeyen bir devlet yönetimine, kaynaklarını
sadece personel masraflarına harcayan bir devlet yönetimi tablosuna
geçmemiz ciddi bir şekilde sorun yaratır. Bunun dikkate alınması lazım,
hesabının iyi yapılması lazım. Ama Türkiye’de istihdam bakımından
devletin harekete geçmesi gereken alanlar var. Bu alanlarda harekete
geçersek bunu sadece bir israf olarak düşünmek, sadece bir istihdam
konusu gibi düşünmek gerçekçi olmaz. Tam tersine ekonomik kalkınmayı,
büyümeyi hızlandıracak şekilde bir istihdam politikası içine girmek de
mümkündür. Bakın bu çerçevede, eğer devlet, önümüzdeki günlerde bana da
görev düşüyor, ben de birilerini alayım, işsizlik karşısında ben de bir
görev yapayım diye düşünüyorsa yapması gereken şeyi söylüyorum.
Öncelikle derhal o ellerinde diploma olduğu hâlde bir türlü tayin
edilemeyen 200 bin öğretmenimizi derhal tayin etsinler. (Alkışlar)
Çünkü o insanların tayin edilmesi Türkiye’de sadece devletin masrafını,
cari harcamalarını artırmaz, Türkiye’nin kalkınmasına, gelişmesine,
eğitimin yükselmesine, üretimin artmasına en büyük katkıyı yapar, en
büyük desteği verir. O nedenle yapılacak ilk iş, öğretmen açığımızı
elinde diploma, tayin bekleyen öğretmenlerimizle kapatmaktır, öncelikle
bu yapılmalıdır. Böylece hem o insanlar, gençler, her 4 gençten birisi
işsiz, eğitilmişler işsiz, hem de onların göreve gelmesini bekleyen
sınıflardaki öğrenciler, öğretmensiz öğrenciler, onların aileleri bu
girişimle çok mutlu olacaklardır. Bunu bu noktada, bu istihdam
tartışmasının yaşandığı ve kamunun da bir istihdam yapmak eğilimi içine
girdiği şu noktada hatırlatmayı görev biliyorum.
Yine
aynı şekilde, değerli arkadaşlarım, engellilerle ilgili bir tabloya da
dikkatinizi çekmek istiyorum. Türkiye’nin en önemli konularından
birisidir. Yani Türkiye’de olağanüstü yüksek, tahminlerimizin üzerinde,
yüzde 10’nun üzerinde bir engelli vatandaşımız var. Bunlar kendi
kaderine terk edilmişlerdir. Bunların pek çok sorunu var ama en temel
sorunlarının başında da istihdam geliyor. Bir insanın engelli olması
onun bir iş yapmasına engel değildir hatta bazen engelliler işlerini
engelli olmayanlardan daha başarılı şekilde yapıyorlar çünkü
yetenekleri, enerjileri bir noktaya odaklanıyor, kendilerini kanıtlama
ihtiyacını hissediyorlar ve en güzel çalışmaları, en başarılı işleri
yaptıklarını hepimiz çalışma fırsatı buldukları yerlerden biliyoruz.
Şimdi bu çerçevede alınmış olan kararlar var, yapılmış vaatler var. Ne
yazık ki o vaatler uygulanmamıştır, kâğıt üzerinde kalmıştır. Her kamu
kurumu, işçi olarak, memur olarak mutlaka belli bir oranda istihdam
yapmalıdır diye bir uygulama vardır. Kamu iş yerlerinde yüzde 4 engelli
işçi, yine kamu resmi dairelerinde yüzde 3 engelli memur çalıştırılma
zorunluluğu var ama bunların hiçbirisi uygulanmıyor. Öte yandan da
-şöyle bir konuyu arkadaşlarımız incelediler- açıkça görüyoruz ki, şu
anda devlet teşkilatında 53 bin kadro engellilere ayrılabilecek kadro,
engelliler için ayrılmış olan, bu yüzde 3, yüzde 4 tarifiyle, olan
kadro boşluktadır. Bu kadrolara derhal atama yapma ihtiyacı vardır.
Geçenlerde hükümet, bu kadroların 34 bini engelli memur, 18 bin 348’i
de engelli işçi kontenjanıdır. Bunların bir an önce doldurulması
gerekiyor. Maalesef bu doğrultuda hiçbir ciddi adım atılmıyor.
Geçenlerde “5 148 kadroya atama yapacağız” dediler ama bu atamalardan
yararlanan engelli sayısı fevkalade düşük oldu, yani yüzde 2 düzeyinde
ancak engelliler için ayrılan bu kadrolara gerçek engelli atama
yapılabildi. Çeşitli engelliler var. Bir defa diploma engeli en önemli
engel çünkü engelli vatandaşlarımızın eğitim durumu maalesef arzu
ettiğimiz noktada değil, o nedenle eğitim gerekçesiyle, bahanesiyle
onlar engelleniyorlar. Ayrıca bir de iş için başvuracak herkesten 110
milyon lira bir başvuru ücreti alınıyor. Bu da engellilerin sınava
giriş şartlarını olağanüstü güç bir noktaya getiriyor. Bunlar, şu
sırada, bu konuları ancak Engelliler Haftasında konuşmak âdettir ama
Türkiye’de istihdam sorununun gündeme geldiği şu sırada bu konuyu
hatırlatmayı da görev biliyorum. Bunu en iyi şekilde birlikte
değerlendirmek durumundayız.
Değerli
arkadaşlarım, Türkiye’de çok yoğun bir anayasa değişikliği tartışması
yaşıyoruz. Gündemi tekeline anayasa değişikliği konusu almış gibi
gözüküyor. Elbette ona da gireceğiz, onu da değerlendireceğiz ama oraya
geçmeden önce nasıl bir ülkede bunu konuşuyoruz şöyle bir hatırlamakta
yarar var. Bakınız, daha yeni, TÜİK 2009 yılıyla ilgili resmi bilgileri
açıkladı. Buna baktığımız zaman çok temel bazı gerçekleri görüyoruz.
Şimdi, bu verilere göre mesela 2009’da durum buğdayının kilogram fiyatı
bir önceki yıla göre yüzde 12 gerilemiş, 54 kuruşa düşmüş. Arpa, bir
önceki yıla göre 41 kuruşa düşmüş, yani 2009 yılında tarımın yaşadığı
sıkıntıyı, devletin açıkladığı resmi veriler bize çok açık bir şekilde
gösteriyor. Buna baktığımız zaman çok net bir şekilde gerçeği
görüyoruz. Değerli arkadaşlarım, yağlık ayçiçeğinde fiyatlar yüzde 14
gerileyerek 74 kuruşa düşmüş. Türkiye’nin en verimli ovalarından Gediz
Ovasında ve çevresinde çiftçiler kan ağlıyor. Gediz Ovasının en verimli
merkezlerinden birisi olan Manisa’nın Saruhanlı ilçesinde 460 bin
dönümlük ekili arazinin 350 bin dönümü ipotek altındadır. İlçede
kayıtlı 17 bin çiftçinin 16 bini için icra dosyası yürürlüktedir. Gediz
Ovasındaki Saruhanlı’dan bir tablo. İlçedeki çiftçilerin toplam borcu
350 trilyon lirayı bulmuştur. İlçede TEDAŞ’ın icra yoluyla alacağı 4
trilyon lirayı bulmuştur ve TEDAŞ trafoları icra marifetiyle satışa
çıkarılmıştır. Saruhan’daki bu manzara Çukurova’da, Amik’te, Harran’da
da aynen geçerlidir. Tarımı gözden çıkarın politikalar Türkiye’yi bu
noktaya getirip dayatmıştır.
Şimdi,
değerli arkadaşlarım, önümüzdeki manzarayı değerlendirirken, anayasa
tartışmalarını yaparken bu durumu kesinlikle unutmamalıyız, yani böyle
bir ülkede biz anayasa tartışmasını yapıyoruz. Şimdi, son üç ayda gübre
fiyatları yüzde 40 yer yer artmıştır. Bu mevsim çiftçinin toprakla
gübreyi buluşturacağı mevsimdir. Bütün Türkiye bunun sıkıntısını
yaşamaktadır. Çiftçi borçludur, gübre olağanüstü bir artış
göstermiştir, yer yer yüzde 30, yüzde 40 düzeyinde artışlar ortaya
çıkmıştır. Şimdi, bu manzara karşısında, değerli arkadaşlarım, yani
şöyle bir baktığımız zaman görüyoruz ki, buğdayın kilosu 61 kuruştan 54
kuruşa düşmüş resmi rakamla, arpanın fiyatı 49 kuruştan 41 kuruşa
düşmüş resmi fiyatla, ayçiçeğinin fiyatı 89 kuruştan 77 kuruşa düşmüş
resmi fiyatla. Halbuki sadece son dört beş ayda gübre fiyatları yüzde
30 – 40 arttı ve kırsal motorinin litresi son bir yılda 2,3 liradan 3
liraya çıktı. 2010 yılında hükümetin çiftçiye vermeyi taahhüt ettiği
destek miktarı 2007 yılında verilenin altında kaldı. 2009 yılında
verilen destek ise gayri safi yurt içi hâsılaya oran olarak 2002
yılının bile altına düştü. Çiftçinin emeğinin, alın terinin karşılığını
alamadığı açık bir gerçektir. Çiftçiye reva görülen bu zulüm AKP
iktidarının başlangıcından beri hüküm sürmektedir. Şimdi, bu
Kırkağaç’ta, Saruhanlı’da yaşanan tabloları söyledim. Kırkağaç’ta 142
bin dönüm tapulu arazinin tamamı ipotekli, Saruhanlı’da icra dosyası 6
bini geçti. Çiftçinin alım gücü düştükçe esnaf da bundan etkileniyor ve
malını satamıyor, siftah edemiyor, dükkân kapanıyor, kredi borcunu, Bağ
– Kur’a borcunu, vergi borcunu ödeyemiyor ve giderek bir bunalım ve
sıkıntı ortamına doğru sürükleniyoruz. Bu yetmiyor Başbakan “AVM’leri
geliştireceğiz. Siz de birleşin AVM kurun” diye bunlara akıl veriyor.
Sanayide üretim üç yıl geriye gitmiş ve sanayicilerin onur
intiharlarına başvurdukları giderek daha çok dikkati çekiyor. İşsizlik
olağanüstü bir yükseliş kaydetmiş, böyle bir tablo. Her 4 gençten
birisi işsiz. Son bir yılda yaratılan işlerin yüzde 66’sı sigortasız,
kayıt dışı nitelikte falan.
Şimdi,
değerli arkadaşlarım, son bir yılda Türkiye’ye gelen dolan cinsinden
spekülatif sermayenin yıllık kârı yüzde 30’un üzerinde. Türkiye’de
bütün toplum kesimleri büyük bir ekonomik bunalım yaşıyor, büyük bir
ekonomik sıkıntı yaşanıyor, ama Türkiye’ye getirilen yabancı spekülatif
sermaye bir yılda dolar bazında yüzde 30 kâr ediyor. Bu dengesizlik,
çarpıklık Türkiye’de izlenen ekonomi politikasının nasıl yanlış
olduğunu bize çok açık bir biçimde gösteriyor. Bunun sonucu kredi
borçları ödenemiyor, kredi kartı borçları ödenemiyor. Türkiye’nin dış
borcu 130 milyar dolardan sekiz yılda çıkmış 274 milyar dolara, 2 katın
üstüne, 149 milyar dolar olan devlet borcu 302 milyar dolara yükselmiş
2 katına, tarihimizin tümünü sekiz yılda geçmişler, açmışlar. 31 milyar
dolarlık özelleştirme yapmışlar, onun paralarını da eklemişler. Bütün
bunlarla gençlerimize iş kapısı açılamıyor, yatırım yapılamıyor,
işsizlik rekor bir düzeyde ortaya çıkıyor.
Değerli
arkadaşlarım, bu manzara içinde şimdi önümüze yapay bir gündemle bir
anayasa tartışması dayatılıyor. Bu anayasa tartışmasının alt yapısını
hiçbir zaman unutmamalıyız, unutturmamalıyız. Türkiye’nin bu ekonomik,
sosyal gerçeğini her vesileyle herkese kararlılıkla anlatmalıyız.
Şimdi, bu tablo, önümüze getirilen anayasa değişikliğinin aslında
gerekçesini de oluşturuyor, çünkü bu tablo iktidarın gidiciliğini
ortaya koyuyor. İktidarın artık son dönemini yaşamakta olduğu,
önümüzdeki ilk seçimden sonra bir AKP iktidarından Türkiye’nin
kurtuluşunun kaçınılmaz olduğu ortaya çıkmıştır. (Alkışlar) Bu gidişin
çok haklı maddi temelleri vardır. Türkiye’de ekonominin geldiği nokta,
çiftçinin içinde bulunduğu durum, esnafın içinde bulunduğu durum,
Türkiye’de ekonomideki daralma, olağanüstü yüksek işsizlik ve
Türkiye’deki yolsuzluklar, haksız kazançlar bütün bunlar önümüzdeki
seçimi belirleyecek temel nedenlerdir. Şimdi böyle bir ortamda anayasa
değişikliğiyle bunlar geleceği güvence altına almaya çalışıyorlar.
Çünkü iktidarda bulundukları sürece bu yargıyla iyi kötü idare ettiler
ama iktidardan bir gidecek olurlarsa bu yargıyla durumu idare etmeleri
mümkün değildir. Her şey çok açık, hesabı sorulmamış bunca olay var;
ATV’nin, Sabah’ın satışından tutunuz Telekom’un satışına, Tekel’de
yaşanan olaylara, Offer olaylarına, Kuşadası’ndaki olaylara, Deniz
Feneri olaylarına kadar her yerde yolsuzluk, yolsuzluk,
yolsuzluk…(Alkışlar) Devlet yönetiminde hesabı sorulacak yanlışlıklar,
Habur’da yaşanan yargı utancı. Onu kimler yaşattı? Nasıl yaşattı hesabı
sorulması gereken bir olay. Değerli arkadaşlarım, şimdi yeni bir döneme
doğru gidiyor Türkiye. Bugünkü iktidar kadrosu için en önemli olay,
yargıyı kendileri için uygun bir noktaya getirmektir, en temel konu
budur. O nedenledir ki, ortada 29 madde de olsa, bunlar için önem
taşıyan sadece yargıyı biçimlendirmelerine, kendi ifadeleriyle,
ayarlamalarına yardımcı olacak olan o temel noktalardır. Hâkimler
Savcılar Yüksek Kurulunu ele geçirelim ve ona göre Türkiye’deki adalet
sistemini, onun kadrolaşmasını, onun hâkimlerini, savcılarını en uygun
biçimde biz kararlaştıralım. Anayasa Mahkemesini biz şekillendirelim ve
Anayasa Mahkemesine Yüce Divan olarak gitmek durumunda kalırsak ona
göre bir yargıç kadrosuyla karşı karşıya kalalım. Bunu bir siyasi
değerlendirme olarak almayın sevgili kardeşlerim. Bu, işin özüdür,
gerçeğidir, işin temeli budur. Bütün yargı olaylarının altında yatan
budur. Yargıyı, efendim, değiştireceğiz. Neyini değiştireceksin?
Kumanda edemiyorsun, kumanda eder hâle gelmeye çalışacaksın. Getirdiğin
düzenlemelerin altında yatan temel anlayış budur. Şimdi, değerli
arkadaşlarım, yaptıkları ortada. Türkiye’de bugün yargıda büyük bir
değişim talebi toplumda var mı Allah aşkına? Gittiğinizde kahvelerde
size, anayasayı değiştirin, yargıyı değiştirin diye bir talep geliyor
mu? Köyde böyle bir talebe muhatap oluyor musunuz? Şehirde böyle bir
talep var mı? Türkiye’nin böyle bir sancısı, böyle bir derdi, böyle bir
sıkıntısı var mı? Milletin var mı, halkın var mı? Köylünün bir yargı
problemi var mı? Esnafın yargı problemi var mı? İşsiz gencin yargı
problemi var mı? Ne alakası var. Peki, iktidarın yargı problemi var. 70
milyonun yok ama iktidarın yargı problemi var. Nereden kaynaklanıyor bu
problem? İşte bu durumdan kaynaklanıyor.
Şimdi,
değerli arkadaşlarım, Türkiye’de bugüne kadar 16 defa anayasa değişti,
bu anayasa 16 defa değişti ama bugüne kadar o 16 değişikliğin
hiçbirisinde bir siyasi parti, sadece kendi başına kendi talebiyle,
kendi ihtiyacıyla, kendi girişimiyle anayasa değişikliği yapmaya
kalkışmadı. Daima bir ortaklaşa, el ele verme, beraber davranma durumu
şu ölçüde bu ölçüde mutlaka vardı, çünkü bu anayasa. Anayasa iktidarın
anayasası değil ki, anayasa Türkiye’nin anayasası. Her parti kendine
göre bir anayasa projesine sahip olabilir ama 70 milyonun kabul edeceği
bir ortak çerçeveyi bulmamız lazım. Anayasa, hepimizin ortak
noktasıdır. Şimdi, o ortak noktayı siz kendinize göre tarif etmeye
kalkarsanız, o ortak nokta olmaktan çıkar. Şimdi, bu olayla karşı
karşıyayız. Bugüne kadar anayasalar daima değişik siyasi partilerin
kabulüyle, onayıyla, katkısıyla, işbirliğiyle gerçekleşti, şimdi ilk
kez bir siyasi parti çıkıp diyor ki, benim kimseyle işbirliği yapmaya
ihtiyacım yoktur. Anayasanın nasıl olması gerektiğini ben biliyorum,
bildiğimi de size anayasa diye dayatacağım diyor. (Alkışlar) Şimdi,
değerli arkadaşlarım, bu, bir defa özü itibariyle yanlış, anayasa
fikrine ters. Anayasa, beraberlik demek. Bunlar, beraberliğe gerek yok,
anayasanız budur diye bize hüküm vermeye çalışıyorlar. Böyle bir durum
ancak darbe dönemlerinde olur, ancak darbe dönemlerinde anayasa
dayatılır. Demokratik bir ortamda birlikte yaşayacağımız anayasayı hep
beraber yaparız. Buraya bakıyoruz, bu anayasa değişikliği projesinin
arkasında CHP var mı? Yok. MHP var mı? Yok. Öbür siyasi parti var mı?
Yok. Parlamento dışındaki hangi siyasi parti var? Onlar da yok. Değerli
arkadaşlarım, bir AKP işi, AKP projesi, hatta ben, AKP projesi demek
bile haksızlık olur gibi geliyor çünkü pek çok AKP’linin de vicdanına
bu sığmıyor, biliyorum, onlar da bunu yanlış buluyorlar, haksız
buluyorlar, gereksiz buluyorlar çünkü onların, bu anayasa değişikliğini
böyle değiştirmek isteyenlerin derdi gibi derdi yok. Onların bir kısmı
iyi vatandaş, işinde gücünde, yargıyı kendine göre biçimlendirme
telaşında değil. Başbakanın o telaşına da destek verme zorunda değil. O
nedenle onlar da çıkıyorlar diyorlar ki, ya, bunu anlaşın da yapın,
mutabakatla yapın, uzlaşmayla yapın. Ama Başbakan bunu dayatıyor. O
nedenle ben diyorum ki, bu anayasa değişikliği projesi bir Recep Tayyip
Erdoğan projesidir, RTE projesi. (Alkışlar) Yani AKP projesi de değil,
RTE projesidir bu. Gelecek olan anayasa da Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası olmayacak, RTE anayasası olacak. Toplumsal bir talep yok,
ilgili kurumların talebi yok, partilerin talebi yok, hatta AKP’nin
talebi yok ama Başbakan çıktı yola, peşine de taktı yürüyor.
Hatırlarsınız Sayın Cumhurbaşkanı “Artık bunun fırsatı kaçtı, bu iş
yapılamaz” demişti. Başbakan yardımcısı “Artık mutabakatla bu işler
yapılır, mutabakat yok, bu iş yapılamaz” demişti ama birisi istedi.
İsteyen? İşte, o anayasaya damgasını vuran. Cumhurbaşkanı vazgeçti,
başbakan yardımcısı vazgeçti ama RTE vazgeçmedi. (Alkışlar) O nedenle
RTE projesi. Değerli arkadaşlarım, bu anayasa, anayasamızın üç temel
kuvvetinden, erkinden birisini, yargıyı siyasetin emrine, kumandası
altına sokma anlayışında bir anayasa değişikliğidir ve bu anayasa
değişikliği yapıldığı zaman Türkiye’de artık yargı bağımsızlığından söz
etmek kesinlikle mümkün olmaktan çıkacaktır. Siyasi iktidar bunu kendi
başına şekillendirmiş olacaktır.
Değerli
arkadaşlarım, bakınız Türkiye’nin açmazı, sıkıntısı şu: Maalesef
Türkiye’de bir iktidar var. Bu iktidarın anayasayla çok iyi değil, yani
Türkiye’nin anayasal düzeniyle barışık değil. Anayasa temeliyle
Türkiye’nin cumhuriyet temeliyle, anayasa temelleriyle ihtilaflı ve
gözü kara bir iktidar. Bir süre önce Anayasa Mahkemesi tarafından hükme
bağlanmış, mahkûm edilmiş bir iktidar. Dediğim dedik diyen dayatmacı
bir iktidar. Elinde çok büyük siyasi güç olan bir iktidar,
parlamentonun üçte 2’sine yakın çoğunluğu denetimi altında. Bütün
bunlar bir araya gelmiş. Türkiye’nin talihsizliği sadece bu değil,
Türkiye’nin talihsizliği böyle bir ortamda Cumhurbaşkanlığı makamında
bu tehlikeyi kavrayıp buna zamanında müdahale yapabilecek etkin,
tarafsız, anayasayı içine sindirmiş, özgüveni yüksek, yanlışa yanlış
diyebilecek bir cumhurbaşkanımızın bulunmamasıdır. (Alkışlar) Değerli
arkadaşlarım, AKP kamyonunun freni yok, freni patlamış, yokuş aşağı
iniyor, yüklü bir araba, Allah muhafaza, böyle bir tabloyla karşı
karşıyayız, bir fren lazım. Partinin içinde fren yok, balatalar
yakılmış, fren tutmuyor. Değerli arkadaşlarım, bu iyi bir gidiş değil,
çok açık. Cumhurbaşkanlığı o fren görevini yapamıyor. Çok açık, bunu
tespit ediyorum, üzüntüyle tespit ediyorum. Yani seçim sırasında,
hatırlayın, bize, “Efendim, iyi insandır, hoş insandır. Herkesle
ilişkisi var. Güler yüzlüdür, tatlı dillidir” dediler. İyi tamam da
biz, güler yüzlü, tatlı dilli bir sohbet muhatabı aramıyoruz; biz,
olumsuz gidişe müdahale edebilecek, siyasi iradeyi sergileyecek bir
cumhurbaşkanı arıyoruz. (Alkışlar) Bunu o zaman ifade ettik ama
anlatamadık. Şimdi geldiğimiz noktada durum açıkça gözüküyor, bir
ihtiyaç var, bir boşluk var. Şimdi, değerli arkadaşlarım,
cumhurbaşkanlığı freninin de işlemediği dikkate alınınca elde kalan tek
fren olan yargı bağımsızlığının, bağımsız yargının da ortadan kalkacak
olması Türkiye’yi nasıl bir tehlikeyle, tehditle karşı karşıya
bırakıyor takdirinize sunuyorum, olay bu. Canım, cumhurbaşkanı var,
tutar, yanlışa olmaz kardeşim, yapamazsınız der, böyle bir şey yok.
Peki, bu yanlışa yargıdan, hayır bu olmaz, bu, anayasaya aykırı, bu
hukuka aykırı diyecek bir bağımsız yargıya Türkiye’nin şu sırada her
zaman olduğundan daha çok ihtiyacı bulunduğu açık değil mi? (Alkışlar)
Şimdi bu ortamda da bütün devlet teşkilatı emir kumanda zincirine
girmiş tepeden tırnağı kadar. Bak, TOBB’u da azarlamaya başladı.
Esnafın sesi çıkamaz hâlde, işçi sendikalarının sesi çıkamaz hâlde,
üniversiteler pıstırılmış, asker kendi derdinde, medya, eyvah, 3,5
milyar doları nasıl ödeyeceğim kaygısı, korkusu içinde, medyanın
içişlerine müdahale eder diye Başbakan. Bu ortamda yargı da şimdi emir
kumandaya girecek, anayasaya aykırı deyip kanun çevrilemeyecek, bu
yaptığın tayin yanlış deyip Danıştay durduramayacak. Değerli
arkadaşlarım, bu çok büyük bir tehlike. Şu anda karşı karşıya
bulunduğumuz manzara budur. Başbakan ne istiyor? Hâkimlere diyor ki
“üzerinizdeki cübbeleri çıkarın seçime girin.” Değerli arkadaşlarım,
onlar isterlerse seçime girerler. Ahlaklarıyla, kişilikleriyle,
eğitimleriyle, vatanseverlikleriyle elbette bu parlamentodaki bu 550
üye arasında yer alabilecek nitelikte insanlardır. (Alkışlar) Onlar
parlamentoya girebilir de sen onların cübbesinin altına giremezsin.
(Alkışlar) Eğer sen, onların bulunduğu mekânda kendine bir yer
arıyorsan, senin mekânın onların bulunduğu hâkim kürsüsü değildir,
onların karşısında yer alırsın sen. (Alkışlar) Şimdi, Başbakan hâkim
olamıyor ama bir hevesi var. Anayasa Mahkemesinin 17 hâkimi de RTE
olsun, 12 hâkimi de RTE damgasında hâkim olsun istiyor. Kendi olamıyor,
ama ben belirleyeyim, benim damgamı yansıtsın, benim gibi olsun
istiyor. Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu? Yine onlar da öyle olsun, her
birisi benim gibi olsun. O zaman Türkiye ne olacak? Bu nasıl bir
Türkiye olacak?
Şimdi,
değerli arkadaşlarım, bu manzara tabii hukuksuzluklarla götürülüyor. 29
soru, tek bir cevap; evet mi, hayır mı? Kardeşim, evet diyeceğim de
var, hayır diyeceğim de var, niye saygı göstermiyorsun bana? Canım,
milletvekilleri onu ayrı ayrı konuştular, şimdi sen, hepsine birden
evet ya da hayır de. Öyle şey olur mu? Milletvekilleri konuştu ne oldu,
anayasa değişikliği yapılabildi mi? Anayasa değişikliği yapılmış olsa
bana gelme o zaman. Bana geldiğine göre anayasa değişikliği olmamış
olacak referanduma geldiğinde. Demek ki sen, milletvekilleri konuşmuş,
kafaları karışıkmış, gereken kararı alamamışlar, şimdi bana geliyorsun.
Milletvekillerine tek tek konuş ve oyla dediğin hâlde, milletin
kendisine niye tek tek konuş da oyla diyemiyorsun? (Alkışlar) Hayır,
siz evet deyin geçiversin. “Hap yaptık, o hapı yutun, gerisini de
düşünmeyin.”
Değerli
arkadaşlarım, şimdi, bu kabul edilebilir bir tablo değildir; hukuka da
aykırıdır, anayasanın özüne de aykırıdır. Anayasa, “hepsi bir olur
dememiş. Ayrılması gerekenlerin hangilerinin nasıl ayrılacağına Meclis
karar versin” demiş. Meclis ayrılmaya karar vermiyor, hepsini
birleştirmeye karar veriyor. Bunların hepsi tartışmalı konular. Venedik
Komisyonunun kararı ortada, dünya uygulaması ortada bunu böyle
getirmiş. Şimdi, biz, Başbakana, ya, bunu hiç olmazsa ikiye ayır da…
Bakın bu bizi rahatsız eden, yargı bağımsızlığını rencide eden ve parti
kapatma konusunda hiçbir Batılı ülkede olmayan garip, acayip, tuhaf bir
düzenlemeyi getirip dayatıyorsun. Parti kapatmayı imkânsız hâle
getiriyorsun, partilerin hukuki denetiminin vizesini siyasetçilere
bırakıyorsun, hukuki denetim sonucunda da parti kapatmayı fiilen
imkânsız kılıyorsun. Ne zaman imkânsız kılıyorsun? Şiddete, teröre
başvurulmasını önerse de imkânsız kılıyorsun, parti silahlansa da,
parti olarak silahlanma kararını alsa da kapatılmasını imkânsız
kılıyorsun. Partinin altını cephanelik yapsa, silah ve cephane oraya
depo etse dâhi o partiyi kapatmayı imkânsız kılıyorsun, kamplarda milis
yetiştirse, vurucu, silahlı gençleri üniformaların içine koyup
yetiştirse onu dâhi kapatmayı imkânsız kılıyorsun. Ne akıl, ne mantık,
ne dünya gerçeği ne İngiltere’de var, ne İzlanda’da var, hiçbir yerde
yok, böyle tuhaf bir şey getirmiş bunları. Dedik ki, bunları ayırın,
hâkimler savcılarla ilgili konuyu, Anayasa Mahkemesi ile ilgili konuyu
ve bu parti kapatmayı ayırın kardeşim. Bir paket yapın, geride
kalanları bir araya getirin. Onlarda da yanlışlarınız var, o yanlışları
da elbirliğiyle düzeltelim, uygun bir paket hâline getirelim ve biz de
ona destek olalım, Parlamentoda o işi sonuçlandıralım dedik. Başbakan
önce “Olur” dedi, kısa bir süre sonra “Hayır, bu sulandırmadır.” Siz,
üç konu dediniz, yok üç madde dediniz, demediniz, tuhaf, anlamsız, iyi
niyetli değil, bir tartışmayı dayattı.
Şimdi,
değerli ar
|