CHP GENEL BAŞKANI DENİZ BAYKAL’IN; 23.02.2010 TARİHİNDE GRUP GENEL KURUL TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA
CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL –
Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, sevgili vatandaşlarım; hepinizi
içten duygularla, sevgilerle, saygılarla selamlıyorum. Bu toplantımız
elbette Türkiye’nin temel sorunlarının değerlendirileceği bir platform.
Bu yönüyle bütün Türkiye’de ilgiyle izleniyor. Bundan büyük bir kıvanç
duyuyorum. Görevimizi biz de sorumlulukla yerine getirmeye devam
ediyoruz.
Değerli
arkadaşlarım, bu hafta tabii işler iyice çığırından çıktı. Türkiye,
cumhuriyet tarihinin hiçbir aşamasında tanık olmadığımız türden
olaylarla karşı karşıya kaldı. Bunları birazdan değerlendireceğim.
Yalnız bu konulara girmeden önce hepimizi geride bıraktığımız günler
içinde çok mutlu eden bir olaya ben de dikkatinizi çekmek ve
mutluluğumu sizlerle ve vatandaşlarımızla paylaşmak istiyorum. Dünyanın
en önemli sinema şenliklerinden birisini oluşturan Berlin Sinema
Şenliğinde çok değerli sinemacımız Semih Kaptanoğlu, Bal Filmiyle Altın
Ayı ödülünü almıştır. Bu, Türkiye’deki sanatçılarımızın,
insanlarımızın, sinemacılarımızın evrensel ölçülerde başarılı
çalışmalar yaptığı gerçeğini bir kez daha bize sergilemiştir.
İnsanımıza, ülkemize, kültürümüze olan güvencimiz, inancımız daha da
artmıştır. Böyle haberlere çok ihtiyacımız var. Semih Kaptanoğlu’nu ve
çalışma arkadaşlarını, bu filmi gerçekleştiren herkesi içten şükranla
yürekten kutluyorum, kendilerine teşekkür ediyorum. (Alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım, geride bıraktığımız günler içinde ülkemizin ekonomik
tablosu aynen devam etti. Bu arada Türkiye ile ilgili olarak
uluslararası derecelendirme kuruluşlarının sevindirici haberler
verdiklerine tanık olduk. Bunu ilgiyle izliyoruz ama bu konuyu
değerlendirirken şu noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Bugün
Türkiye’ye ekonomik tablonuz iyi diye referans veren uluslararası
kuruluşlar, kriz öncesinde, dünyayı krize sokan kuruluşlara ve ülkelere
de aynı şekilde olumlu notlar vermişlerdi, çünkü onlar başka işle
meşguldür, onlar ekonominin temeliyle, üreticiyle, tüketiciyle,
esnafla, çitçiyle, sanayiciyle meşgul değillerdir, onlar işe tamamen
bir borç – alacak, borç ödeme tablosu çerçevesi içinde bakarlar; finans
onların temel ilgi alanıdır, reel üretim, reel ekonomi, ekonominin
acısını çeken insanlar onların ilgi alanı içinde değildir. O nedenle
sakın şaşırmayın, bir yandan güzel haberler, müjdeler geliyor Türkiye
ekonomisiyle ilgili. Ya, bu nasıl iş, işsizlikte dünyanın ikincisi
olmuşuz, Türkiye’de işyerleri kapanıyor, dünyada krizden en büyük
daralma yaşayan, ekonomisi küçülen ülkelerin arasında en ön
saflardayız. Yani Türkiye’nin ekonomisi daralıyor, işsizlik patlıyor,
işler azalıyor, insanlar borçlarını ödeyemez hâle geliyor, kredi
kartları ödenemiyor ve kapanan işyerleri, açılan işyerleri mukayesesine
baktığınız zaman Türkiye gerçekten sıkıntılı bir tablo sergiliyor. Bu
nasıl iştir diye sakın düşünmeyin; o iş ayrı, bu iş ayrı. Onlar, kendi
alacaklarına, borçlarına, bankalara, kredilere bakar, biz, halkın
durumuna bakarız, çiftçinin durumuna bakarız, milletin borcunu ödeyip
ödeyemediğine bakarız, işsiz kalıp kalmadığına bakarız, geliri var mı
yok mu ona bakarız, buna da bakmaya devam edeceğiz. (Alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım, bu çerçevede baktığımız zaman tabloya bir kez daha
dikkatinizi çekeyim. Eylülden Eylüle, 2008 – 2009 arasında Türkiye’de
işsiz sayısı 795 bin artmıştır, yani 800 bin civarında işsiz sayısı bir
yıl içinde eylülden eylüle artmıştır ve 2009 Eylülünden bugüne kadar,
2010’nun, işte şubat sonuna kadar geçen süre içinde Türkiye’deki işsiz
sayısı daha da hızlanarak artmıştır, işsizliğin daha da artmakta
olduğunu biliyoruz.
Değerli
arkadaşlarım, kurulan şirket sayısı 2009 yılında bir önceki yıla göre
ciddi ölçüde azalmış, tasfiye olunan şirket sayısı yine ciddi ölçüde
artmış ve kapanan şirket sayısı da yine kaygı verici biçimde artmıştır.
Kapanan şirketler artıyor, tasfiye edilen şirketler artıyor ve kurulan
şirket sayısı azalıyor.
Değerli
arkadaşlarım, yine bu tablolar hepimizin yaşamına yansıyor. Türkiye’de
yaşanan kriz dolayısıyla insanların yarıya yakını gıda dışı ürünleri
almaktan geniş ölçüde vazgeçmişlerdir. Yani ekonomik sıkıntı
insanlarımızı gıdalarını sürdürme noktasına mecbur etmiş, gıda dışı
ihtiyaçlarını ertelemeyi, o alışverişlerinden vazgeçmeyi tercih etmek
zorunda kalmışlardır. Yine yapılmış olan ciddi çalışmalar bize
gösteriyor ki, hane halklarının yaklaşık üçte 1’inin son aylarda
elektrik, su ve gaz gibi yaşamsal hane ihtiyaçlarını karşılamakta
güçlüklerle karşılaşmışlardır ve ödemelerini yapmakta ciddi şekilde
zorlanmışlardır. Faturaların ödenememesi ailelerin yaklaşık yüzde
10’unun en azından geçici olarak elektrik, telefon ve diğer
hizmetlerden mahrum kalmasına yol açmıştır. Öte yandan her 100 aileden
3 ila 6’sı su ve gaz hizmetlerinin kesildiğini söylemişlerdir, yani
Türkiye belediye hizmetlerinden daha az yararlanabilir hâle doğru
sürükleniyor. En temel ihtiyaçlar bunlar. Böyle bir manzara yaşanıyor.
Türkiye’ye, aferin, iyi yapıyorsunuz derken, halkın manzarasıyla ilgili
bu tespitlere de dikkatinizi çekmek istiyorum.
Yine
Merkez Bankasının resmi verilerine göre, 2008 yılında 154 bin 972 kişi
bireysel kredi borcunu ödeyememiştir ama bu 2009 yılında 3 kat artarak
457 bin 947 kişiyi çıkmıştır, yani yarım milyon insan bireysel kredi
borcunu 2009’da ödeyemez hâle gelmiştir; 154 binden bu 457 bine
çıkmıştır. Kredi kartı borcunu ödememiş kişi sayısı aynı dönemde, bu
bireysel kredi borcuyla ilgili idi, ayrıca, kredi kartı borcunu
ödeyemeyen kişi sayısı aynı dönemde 2 kat artarak 351 binden 672 bin
kişiye yükselmiştir.
Değerli
arkadaşlarım, yine Merkez Bankası verilerine göre, tasfiye olunması
gereken kredi tutarı, yani bankaların artık umudu kesmek zorunda
kaldıkları kredi tutarı 2008 yılında 12 milyarken -eski parayla 12
katrilyon- 2009 yılında bu yüzde 70 oranında artarak 20,5 milyar Türk
Lirası düzeyine yükselmiştir. Ciddi kaygı verici bir tablodur. Buna da
herkesin dikkatini çekmek istiyorum.
Şimdi,
değerli arkadaşlarım, bu tablo içinde bakınız, son günlerde ilgi çekici
bir manzara ortaya çıktı. Çiftçi, yaşamakta olduğu sıkıntılar yetmezmiş
gibi şimdi birdenbire gübre fiyatlarına gelen ani artışın şokunu
yaşıyor şu sırada. Bu mevsim, Türkiye’de, bizim coğrafyamızda toprağın
gübreyle buluşması gereken mevsim, önümüzdeki üretim yılının
hazırlanması gereken mevsim, çiftçinin tam gübre kullanmak zorunda
kaldığı mevsim. Şimdi bugünlerde, gübrenin tam bu kullanım döneminde
gübre fiyatları herhangi bir mantıkla açıklanamayacak ölçüde bir
sıçrama kaydetmiştir. Geçtiğimiz kasım ayında 20 20’lik taban gübrenin
tonu 460 lira iken, bugün 720 lira olmuştur, geçen yıldan bu yıla
460’dan 720. Yine 650 lira olan on beş on beşlik taban gübre bugün 780
lira, 650’den 780’e; 670 lira olan dap bugün 1100 lira; 585 lira olan
üre, bugün 700 lira; 275 lira olan amonyum sülfat bugün 420 lira; 440
lira olan yüzde 33’lük amonyum nitrat bugün 600 lira; 420 lira olan
yüzde 26’lık amonyum nitrat 500 lira.
Değerli
arkadaşlarım, gübre fiyatlarında yüzde 20 ile yüzde 64 arasında çok
ciddi bir artışla karşı karşıyayız. Bu, aslında bizim alıştığımız bir
oyundur. Çiftçi, gübre atma ihtiyacını artık geride bıraktığı bir
mevsime girince hemen gübre fiyatları ucuzlatılır, gübre ucuzladı
denilir. Çiftçi zaten borç içinde, gübreyi alacak stoklayacak mecali
yok, hâli yok. Çiftçinin gübre atması gereken mevsimde de böylece zammı
yaparlar ve sonrada hesabı yaparken o düşük gübre fiyatı üzerinden
hesap ederek çiftçinin durumu hiçte kötü değil derler. Şimdi, bu tabii
çok ağır bir darbedir. Bunu bu kargaşa ortamında Türkiye’nin gündemi
başka konularla sarsılırken gözden kaçırmalarına Cumhuriyet Halk
Partisi olarak izin vermiyoruz. Çiftçiye yapılan bu haksızlığı tespit
ediyoruz. Hükümeti, gübre fiyatlarını, tam gübre atma mevsimine
girmişken artırdığı için suçüstü olarak Türkiye’ye ilan ediyoruz.
(Alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım, tarımda yaşanan sıkıntılar sadece Türkiye genelinde
klasik ürünleri yetiştiren çiftçilerimizle ilgili değil. Biz, geçen
hafta, iki gün önce, Cumhuriyet Halk Partisinin bu konudaki değerli
uzman arkadaşlarımızı da koyarak, Karacabey’de, Bursa’da köylerde bir
çalışma yaptırdık. Bu arkadaşlarımız, Türkiye’nin oldukça verimli,
yüksek üretim alınan ve ürün türü itibarıyla kârlı olması gereken,
Türkiye’nin en güçlü, en zengin olması gereken tarım bölgelerinde
çiftçimizin durumunu incelemek için harekete geçti. Yani Türkiye’nin
kuru tarım yapan, ürün miktarı şartlar dolayısıyla fevkalade kısıtlı
olan yörelerindeki şikâyetler doğal ama Karacabey’de durum nasıl,
Bursa’da durum nasıl ona bir gittik baktık ve orada gördüğümüz tablo
çok üzüntü vericidir. Hem bir yandan devletin çiftçilere karşı geçmişte
yaşanmış olan sel baskınları, su baskınları, baraj yapımının ihmal
edilmiş olması dolayısıyla ortaya çıkan sıkıntılardan kaynaklanan
tazminat yükümlülüğü yerine getirilmiyor, çiftçiye ödenmesi gereken
borçlar ödenmiyor, öte yandan da çiftçinin bankalara olan borçları
dolayısıyla icra takibatı, Karacabey’de icra takibatı değerli
arkadaşlarım yapılıyor ve çiftçiler borçlarını ödeyemiyorlar, perişan
hâldedirler. Bu tabloya da ilgilenecek herkesin dikkatini çekmek
istiyorum. Çiftçi kan ağlıyor, çiftçi sahipsizdir, vur abalıya misali
gübresine zam, girdi fiyatlarına zam, mahsulüne düşük fiyat, borçlarına
karşı icra takibatı, teberrüt faizi uygulamaları, çiftçi eli böğründe
perişan hâldedir. Besicilik yapan insanlarımızın hâli zaten ortada,
onlar çok büyük sıkıntı içinde, hayvancılığı batırmışlar, şimdi yeniden
bir hayvancılığı ayağa kaldırma arayışı içindeyiz. Artık destek vermek
gerektiğini kabul ediyorlar ama öyle destek projeleri ilan ediyorlar ki
çiftçi bakımından fazla bir anlamı yok. Yani 50 büyükbaş hayvanı varsa
destekliyor. Türkiye’de 50 büyükbaş hayvanı bir araya getirecek kaç
kişi var? Hangi güçle bunu yapacaklar? Destekleyecekseniz bütün
çiftçilere ayırım yapmadan destekleyeceksiniz. Türkiye’deki üretimin
büyük kısmı 50 başın altında hayvan yetiştirmeye çalışan
besicilerimizden oluşuyor. Onları yok sayacaksınız, 50 başın
üstündekilere destek vereceğiz diyeceksiniz. Önce destek verme
gereğinin farkında olmayacaksınız, çökerteceksiniz, yanlış politikalar
uygulayacaksınız, daha önce konulmuş olan destekleri indireceksiniz,
sonra hayvancılık çökmeye başlayınca hadi destekleyelim, ama nasıl
destekleyelim? Büyükleri destekleyelim diyeceksiniz. Bu da başka bir
yanlıştır. Bu konulara dikkati çekmeyi Cumhuriyet Halk Partisinin
Türkiye’nin gerçek sorunlarına karşı kesinlikle hiçbir zaman
kaybetmediği ve gelecekte de kaybetmeyeceği temel sorumluluk anlayışı
çerçevesi içinde böyle bir gündem maddesinin Türkiye’ye egemen olduğu
dönemde de değinmeyi öncelikli bir görev biliyorum. (Alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım, tabii aramızdaki Tekel işçilerine de… (Alkışlar)
…verdikleri saygın, örnek mücadele dolayısıyla şükranlarımı bir kez
daha sunmak istiyorum. (Alkışlar) Gerçekten, Türkiye’ye örnek
olmuşlardır. Çok etkin bir mücadele sürdürmüşlerdir. Türkiye’yi
sarsmışlardır, insanlarımızı içine girdikleri uykudan uyandırmaya
başlamışlardır, gerçekleri ortaya koymuşlardır, kendi haklılıklarını
demokratik bir biçimde, herkese saygı anlayışı içinde, yasalara saygı
anlayışı içinde bütün Türkiye’ye iletmeyi başarmışlardır. (Alkışlar)
Gerçekten örnek bir mücadele. Bu mücadelenizin hak ettiği başarılı
sonucu alması gerekiyor. En kritik döneme giriyoruz. Bu süreçte, bu
aşamada bu kararlılığı da toplumumuzun desteğini daha da artırarak
Tekel işçilerinin yanına koymak öncelikli görevimizdir. Bu sıkışık
dönemde Cumhuriyet Halk Partisi olarak sizleri hiçbir zaman yalnız
bırakmayacağız. (Alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım, inşallah sağduyu hâkim olacaktır, insaf hâkim olacaktır,
demokratik sorumluluk duygusu hâkim olacaktır, AKP’nin içindeki
duyarlılık inşallah artık harekete geçecektir ve bu dayatmacı, zorba,
aldırmayan, kaba tavrı, despotik tutumu inşallah önümüzdeki günlerde
hep beraber etkisiz kılacağız, Türkiye’nin önünü açacağız. Böyle olursa
da büyük bir zafer kazanmış olacaksınız. Bunu engellerlerse de şunu
bilmenizi istiyorum, Türk Milletinin gönlünde her zamankinden çok daha
saygın bir yeriniz olacak ve haklarınıza karşı…(Alkışlar) Sağ olun… Sağ
olun… Size karşı yapılan haksızlıkları bu millet hiçbir zaman
unutmayacak, Cumhuriyet Halk Partisi hiçbir zaman unutmayacak,
muhalefetteyken unutmayacak, iktidardayken unutmayacak. (Alkışlar) Bu
vesileyle bir kez daha inançla ifade ediyorum. Cumhuriyet Halk
Partisinin yaklaşan iktidarında artık 4/C maskaralığı olmayacaktır.
(Alkışlar) Teşekkür ederim… Teşekkür ederim…
Değerli
arkadaşlarım, son iki günde yaşananlar, Türkiye’de bir ölçüde artık
alışmaya başladığımız gidişatın temposunun birdenbire çok yükseldiğini
ve bu gidişin Türkiye’yi çok daha tehlikeli istikametlere doğru
sürüklemekte olduğu gerçeğini herkesin önüne bir kez daha koymuştur.
Değerli arkadaşlarım, Türkiye, cumhuriyet tarihi boyunca isyanlar
yaşamıştır, darbeler yaşamıştır, askeri müdahaleler yapılmış, ihtilal
girişimleri yapılmıştır, çok köklü, çok acı travmalar, iç çekişmeler
yaşamıştır Türkiye ama bu seksen yılı aşkın tarihi süreç içinde bir gün
bile Türkiye’de dün, evvelsi gün yaşadığımız türden olaylarla karşı
karşıya kalmamışızdır. İlk kez Türkiye’de cumhuriyet tarihinde yargı
yargının karşısına hükümet kararıyla çıkarılmıştır. Hükümet kararıyla,
ne söylediğimi biliyorum değerli arkadaşlarım. Kimse bir aldatmacaya
alet olmasın. Bu olayların arkasında sanmayın ki hukuk duyarlılığı
içinde harekete geçmiş olan başka hukukçular vardır. Bu olayların
arkasında doğrudan siyaset vardır. Türkiye’nin bu içine girdiği süreç,
Türkiye’de adaletin, yargının siyasallaşmakta olduğunu, siyasetin
yargıyı kendi amaçları içine artık fiilen kullanmaya başladığını bize
göstermektedir ve bunun sonucunda Türkiye’de ilk kez kuvvet komutanları
gözaltına alınmıştır, ilk kez Türkiye’de ordu komutanları gözaltına
alınmıştır, bir günde 21 amiral ve general, 27 subay, 48 Silahlı
Kuvvetler mensubu bir büyük operasyonla gözaltına alınmıştır.
Değerli
arkadaşlarım, tabii bu kadar büyük çarpıcı bir operasyon bildiğim
kadarıyla hiçbir demokratik ülkede olmamıştır. Yani Türkiye’de
tarihimiz boyunca olmamıştır. Bunca askeri müdahaleler, darbeler,
ihtilaller yaşanmış, isyanlar yaşanmış olan ülkemizde böyle bir olay
gerçekleşmemiştir. Bildiğim kadarıyla bırakın Türkiye’yi, herhangi bir
başka demokratik ülkede, büyük olayların yaşandığı ülkeler dâhil böyle
bir manzara ortaya çıkmamıştır. Yunanistan’da böyle bir tablo ortaya
çıkmamıştır. Askeri müdahale olmuştur, askeri müdahaleyi
gerçekleştireni almışlardır, cezaevine atmışlardır, hâlâ oradadır.
Faşizmden demokrasiye geçen ülkelerde böyle bir tablo yaşanmamıştır.
Yani faşist bir yönetimden demokratik bir yönetime geçen ülkelerde bu
çapta bir tasfiye, sindirme operasyonu gerçekleşmemiştir. Demokrasi ve
hukuk devleti, öngörülebilirlik rejimidir, yani herkesin yarınından
emin olduğu, geleceğinden emin olduğu bir düzendir demokrasi ve hukuk
devleti düzeni. Yani sabaha karşı saat 4’te kapınız çalındığı zaman
olsa olsa sütçüdür dersiniz, diyebiliyorsanız demokrasi vardır.
(Alkışlar) Eğer sabaha karşı 4’te, ister hukuk adamı olun, ister
siyaset adamı olun, ister gazeteci olun, ister emekli asker olun, ister
görevli muvazzaf asker olun kapı çalındığı zaman eyvah geldiler demek
durumunda kalıyorsanız, eğer korku sizin ruhunuza işlemişse ve bunda
haklıysanız işte o ülke demokratik bir ülke olmaktan çıkmış demektir.
(Alkışlar)
Şimdi,
değerli arkadaşlarım, bu 48 kişi tutuklandı dün. Şimdi, doğal olarak
tabii vatandaş soruyor: Niçin? Bunlar önümüzdeki aylar içinde bir darbe
yapacaklardı da, bir darbe girişiminin içindeydiler bir ay sonra, iki
ay sonra, üç ay sonra, geleceğe yönelik bir darbe uygulamasını hayata
geçirmek üzereydiler ve şimdi elleri tutuldu, o nedenle gözaltına
alındılar mı diyoruz? Böyle bir olay var mı? Aklı başında kimse, bu
insanların böyle bir darbe gerçekleştirme çalışması içinde şu anda
bulundukları kanaatinde değil. Peki, bunlar şimdi darbe yapacakları
için değil, geçmişte güç ellerindeyken darbe yapmaya fiilen giriştiler
ve darbeyi yapamadılar, bu anlaşıldı, ondan dolayı mı şimdi onlara bu
hesabı sormak üzere gözaltına alıyoruz? Geçmişte bunlar güç
ellerindeyken bir darbe düğmesine bastılar mı? Böyle bir bilginiz var
mı? Peki, böyle bir durum varsa zaten 2003’te bu iş olmuş, 2003 – 2010,
bu yedi yıl boyunca bu insanlar bu darbe projesini ortaya koydukları
zaman bunu kendi silahlı kuvvetler düzeni içinde birilerinden mi
sakladılar? O zamanki askeri hiyerarşi Genelkurmay Başkanı, diğer
askeri yetkililer bundan haberdar değil miydi? Onların yaptıkları iş
silahlı kuvvetlerin bir kolu olarak ortak sorumluluğu içinde yapılmış
bir iş miydi, değil miydi? Ha, bunlardan ayrı bir iş yapıyordu. Bunu
gizli mi yapıyorlardı? Neymiş? Bir askeri tatbikat vesilesiyle aslında
bir askeri darbeye yönelik bir proje ortaya koymuşlar. Bir askeri
tatbikat yapıyoruz demişler. Askeri tatbikattan Genelkurmayın haberi
var, bütün yetkililerin haberi var, Milli Savunma Bakanlığının haberi
var, saklı gizli bir şey değil, yürüyen bir şey. Ha, sen bu arada bir
askeri darbe planlaması yapıyorsun diye düşünmüşler. Ne zaman
düşünmüşler? Yedi yıl sonra mı düşündünüz? O zaman bunu düşündüyse niye
o zaman harekete geçmediniz? Yedi yıl boyunca neyi beklediniz?
Bilmiyorduk, şimdi öğrendik. Allah, Allah… Neyi bilmiyordun şimdi
öğrendin? Her şey ortada, resmi bir tatbikat uygulaması, gizli kapalı
bir olay yok, açık bir olay var ama o açık olay darbe hazırlığıymış.
Peki, o darbe hazırlığını sadece bu 48, kişi mi yapmış? Bu 48 kişi bunu
yaparken onların kumandanları neredeymiş? Onların amirleri neredeymiş?
(Alkışlar) Onların bakanları neredeymiş? Onların başbakanları
neredeymiş?
Değerli
arkadaşlarım, şimdi bu sorulması gereken temel sorudur. Neyle meşgulüz?
Ne yapıyoruz? Yapılan işin arkasında ne var? Geleceğe yönelik bir
darbeyi önlemek için önleyici tedbir almak, var mı? Hayır. Geçmişte
kimsenin haberdar olmadığı gizli bir darbe organizasyonuyla ilgili
hesap sorma var. Kimden hesap soruyorsun? O zamanki komutanlardan. O
zamanki komutanlar şimdi pijamasını giymiş, ayağına da terliğini
geçirmiş televizyon seyrediyor, hesabı şimdi mi soruyorsun sen? Yedi
yıl geçmiş aradan, emekliye ayrılmış, emekliye ayrıldıktan sonra yıllar
geçmiş, şimdi birileri, hangi ihtiyaçlaysa bu konuda bir dava açma
kararını almışlar, çok çeşitli teoriler var o ihtiyaç niye hissedildi
konusunda ama hiçbir zaman hukukun gereği budur anlayışı yok. Kimisi
diyor ki, efendim, muhtemel bir parti kapatma davasına karşı gözdağı
vermek üzere düğmeye basıldı. Ya, insanların hayatlarıyla,
özgürlükleriyle, kendi siyasi hesaplarınız için uğraşmayı nasıl kabul
edebilirsiniz? Nasıl bunu gerçekleştirebilirsiniz, bu kadar ucuz mu bu
işler?
Değerli
arkadaşlarım, Türkiye böyle bir manzaranın içinde. Yani şimdi bu
insanlar gözaltına alınmış, niye? Bunlar darbeye dönüştürülebilecek bir
tatbikat yapmışlar. Askeri tatbikat aleni, meşru, hiyerarşinin içinde
bir tatbikat yapmışlar ama bu darbe niyetiyle kurgulanmış bu tatbikat.
Onu hazırlayanlar emekliye ayrılmış, çekilmiş, işbaşındayken harekete
geçmişler mi? Hayır, geçmemişler. Şimdi sen hesap soruyorsun. Sen,
darbe düşüncesiyle tatbikat yaptılar diye yedi yıl sonra hesap
soruyorsun, fiilen askeri müdahaleyi gerçekleştirmiş olanlar hakkında
niçin harekete geçmiyorsun? (Alkışlar) Yani bunlar kafalarının
arkasında askeri darbe düşüncesi vardı diye yedi yıl sonra şimdi
emekliye ayrılmış insanlar gözaltına alınıyor. Peki, darbeyi yapmış
olan, darbeyi gerçekleştirmiş olan insanlar hakkında niye
kıpırdamıyorsun? Anayasanın geçici 15 inci madde onlara hukuk koruması
getirdi diyorsan, biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak, aylar önce size
çıktık dedik ki bu işlerle ilgileneceksen işin temelinden gir, sana
açık söylüyoruz, kaldıralım şu 15 inci maddeyi. (Alkışlar) 12 Eylül’ü
himaye edip, gerçekleşmemiş bir muhtemel darbe düşüncesi hesabı,
hesabı, hazırlığıdır diyerek ne görevdeyken gerçekleştirmiş, ne
görevden ayrıldıktan sonra gerçekleştirmişler ama kafanın arkasına
böyle bir proje vardı diye şimdi insanları toplayıp hesap sormaya
kalkıyorsun.
Değerli
arkadaşlarım, bu bir hukuk süreci değildir, çok açık, çok net, bunu
bilmemiz gerekiyor. Bu bir hukuk süreci değildir, bu bir siyasal
hesaplaşma sürecidir, çok açık bir siyasal hesaplaşma sürecidir.
Bakınız bunu iki gün önce AKP’nin Kahramanmaraş Milletvekili çok açıkça
ifade etmiştir. Sözlerini okuyorum ve bu çerçevede düşünmenizi
istiyorum: Bu, ağızdan kaçmış bir söz değildir. Kapalı bir oturumda,
samimiyetle anlayışını değerlendirmesini iyi niyetle, dürüstlükle bir
AKP milletvekilinin ifade etmesidir. Diyor ki: “Arkadaşlar, sakın ha
oylarımızı azaltmayın. Eğer biz, birazcık tökezlersek bu Ergenekoncular
falan bu defa çok kötü intikam alır. Biraz oyumuz gerilerse bu
Ergenekoncular falan çok kötü intikam alır.” Yani burada intikam alma
hakkını veriyor. Yani bizim bu yaptıklarımızın bir cevabı olmalıdır,
unutmayın, bir cevabı hak ediyoruz ve bu cevabı birisi verir. Bir
bilgiyle söylemiyor, böyle bir durum almış değil. Birisi çıkıp da
bunların hesabını sizden soracağız demiş değil, kendi kendine, bunun
hesabını bizden sorarlar, çünkü sorulması gereken bir hesap var demek
istiyor. (Alkışlar) Ve ekliyor, diyor ki “Bu memlekette kimin kızının
başının örtülü olduğu hepsini fişlemişler. Kimin çocuğu imam hatibe
gidiyor hepsini fişlemişler. Kim muhafazakâr, kim namazında, kim oruç
tutuyor hepsini fişlemişler.” Vallahi, kim yapmış bu işi? Bizim
aramızda namazında niyazında, orucunu tutan muhafazakâr milyonlarca
insan var, milyonlarca. (Alkışlar) Kimin haddine bunu fişlemek.
Vatandaş nasıl istiyorsa öyle yaşar. Herkesin inancına, dinine,
giyimine kuşamına herkes saygılı olmak zorundadır. İster başını örter,
ister başını açar. Bizim partililerimiz arasında, bize destek olanlar
arasında milyonlarca başı örtülü insan var, bak, aramızda başı örtülü
kardeşlerimiz var. (Alkışlar) Kim kimi fişliyor, ne biçim laf bu? Yani
kendilerine bir haklılık zemini bulmak için böylesine iftiralar ve
haksızlık yapmaktan geri kalmıyorlar. Korkutacak insanları. Ve diyor
ki, “Şimdi biz onları fişliyoruz. 40 sene onlar bize yaptı, inşallah
şimdi sıra bizde, yapmaya çalıştığımız bu arkadaşlar,” Olay bu, yani
bu, olayın çok açık, dürüst bir şekilde ifade edilmesidir. Ama burada
geçmişte bize yapıldığı dediği işler, hiçbir şekilde bugün kimsenin
içine sindirebileceği işler değildir. Hiç böyle bir ayırımı, böyle bir
uygulamayı kabul etmek mümkün değildir. O nedenle bugün yaşanan
olayları, sakın ha, kimse, hukuktu, demokrasinin işleyişiydi falan diye
izah etmeye kalkmasın. Bunun altında bir hesaplaşma duygusu var, bir
hesaplaşma kararı var, bir intikam alma hevesi var, arayışı var.
Ergenekon dediğiniz de aslında budur. Olayı ta başından beri ifade
etmiştik ve bugün öyle olduğu çok açık, çok net bir biçimde ortaya
çıkmıştır.
Değerli
arkadaşlarım, bugün Türkiye manzarasına baktığımız zaman sanki
Türkiye’de darbe yapıldı, yani duymadık, haberimiz yok, ama Türkiye
manzarasına bakınca hemen içimizden gelen duygu, düşünce, bu ne oldu,
bir darbe falan yapıldı galibi duygusudur, düşüncesidir. Ya da Türkiye
işgal edildi, yabancı güçler Türkiye’ye el koydu, yabancı güçler kendi
çıkarları doğrultusunda bu memleketi allak bullak etmek üzere her yere
elini uzatmaya başladılar. (Alkışlar) Yani Malta sürgünleri yeniden
Türkiye’nin gündemine geliyor. Türkiye’yi dönüştürmek için, Türkiye’yi
kendi amaçlarına hizmet eder noktaya sürükleyebilmek için, uydurma
suçlamalar dolayısıyla hesap sorabilmek için, yargılayacağız diye
geçmişte İstanbul’u işgal eden yabancı gücün girişimiyle bu memleketin
evlatları toplanmış Malta’ya sürgüne gönderilmişti, en ağır suçlamalar
ortaya atılmıştı, daha sonra yargılamalardan hiçbir şey çıkmadı ve
hepsi şerefli, vatansever insanlar olarak topluma döndüler. Şimdi,
Türkiye tekrar böyle bir tabloya doğru sürüklenmek isteniyor değerli
arkadaşlarım. Bu manzara başka türlü izah edilemez.
Değerli
arkadaşlarım, bu tablonun içinde son dönemde yargı birdenbire bir hedef
hâline getirildi, bir yargı gerilimi, bir yargı tartışması yapıldı. Bu
rastlantı değildir, çünkü böyle bir büyük operasyonun yürütülebilmesi
ancak yargının emir ve kumanda içine alınmasıyla mümkündür. Bu
çerçevede gelişmeler oldu, olaylar yaşandı, bunları hepimiz bütün
ayrıntılarıyla çok iyi değerlendiriyoruz. Değerli arkadaşlarım, bir
defa hükümet, bağımsız yargı konusundaki tavrını artık herkesin
görebileceği şekilde ortaya koyuyor. Bağımsız yargı sözünden hükümet
hoşlanmıyor. Onun yerine tarafsız yargı demeye çalışıyor. Tarafsız
yargı, yani bağımsız yargı bağımsızlığı bırak sen diyor, bağımlı
bağımsız o önemli değil, önemli olan tarafsız olması. Tarafsız olmaktan
kastettiği de ondan taraf olması. Şimdi, değerli arkadaşlarım, herkesin
şunu çok iyi bilmesi gerekiyor: Bağımlı yargı hiçbir şart altında
tarafsız olamaz, temel gerçek budur. Bağımlı yargı, hiçbir şart altında
tarafsız olamaz, bağımlı çünkü. Bağımlı olduğu yer var olduğu sürece
onun tarafsız olabileceğini düşünmek işin tabiatına aykırıdır, o
nedenle temel kural bağımsız olmaktır. Onun için bütün uluslararası
demokrasi belgelerinde, evrensel insan hakları belgelerinde, Avrupa
Birliği kararlarında, Birleşmiş Milletlerin demeçlerinde,
açıklamalarında hepsinde bağımsız yargı konuşulur. Tarafsız yargı
profesyonelliğin gereğidir. Yargı bağımsız olacak ki orada
profesyonelliğin gereği yerine getirilecek, elbette tarafsız olacak.
Bağımsız olan yargı içinde tarafsız olmayanlar da olabilir ama o
bağımsız yargının kuralları içinde profesyonelliğin mesleki
standartların gereği olarak elbette çözülebilir, çözülmelidir. Ama
hiçbir şekilde çözülemeyecek olan bir şey bağımlı yargı işidir. Yargı
bağımlıysa artık tarafsız yargı falan demek ya bir cehalettir ya
olayları saklamak için karşısındakini geri zekâlı zannetmektir. Herkes
her şeyin farkında, bağımlı yargıdan taraftar mısın, değil misin?
Bağımsız yargıdan taraftar mısın, değil misin? Önce alman gereken ana
karar bu, bağımlı yargı mı diyorsun, bağımsız yargı mı diyorsun? Bu
geride bıraktığımız dönemde artık temel bir nokta olarak ortaya
çıkmıştır.
Şimdi,
değerli arkadaşlarım, bakınız bu son dönemde bağımsız yargı konusunu
sıkıntıya sokan bazı gelişmeler var, bunlara dikkatinizi çekmek
istiyorum. Önce bir defa hukuk sistemimizde bir süreden beri,
vatandaşlarımız da fark ediyorlar, özel yetkili ağır ceza mahkemeleri,
özel yetkili savcılık. Değerli arkadaşlarım, yargı bir bütündür, yani
özel yetkili olan var, özel yetkisi olmayan var. Bu ayrımı yaptığınız
zaman tereddüt girer. Bu ayırımın arkasında ne var? Bu ayrımın
arkasında DGM olayı var. Devlet Güvenlik Mahkemeleri daha önce
biliyorsunuz, Türkiye’de bir genel şikâyet konusu hâline gelmişti ve o
şikâyetler dolayısıyla kaldırılması kaçınılmaz oldu. Kaldırıldı ama bu
defa özel yetkili ağır ceza mahkemeleri, özel yetkili savcılıklar diye
ayrı bir kategori imal edildi. Bakın, Türkiye’deki yargıyı zaafa
uğratan en temel konulardan birisi budur. Değerli arkadaşlarım, bir
ülkede ihtisas mahkemelerine ihtiyaç olabilir, yani uyuşturucu konusunu
izleyecek, bu konuda iyi yetişmiş, bilgi sahibi, deneyim sahibi
hâkimlerden, savcılardan oluşan mahkemeler olabilir, bilmem işte terör
davalarında uzmanlaşmış olabilir, bu ihtisas mahkemesidir. Şimdi, özel
yetkili dediğiniz zaman iş çığırından çıkıyor ve dikkat edin bugün
Türkiye’de yaşanan yargı facialarının temelinde bu özel yetkili adli
sistem vardır. (Alkışlar) O nedenle bunun artık ortadan kaldırılması
lazımdır. Yargı bir bütündür. İmtiyazlı olan yargı mercileri, o kadar
imtiyazlı olmayan yargı mercileri, böyle bir şey olmaz, işin özü burada
ortaya çıkıyor. Ayrıca, Türkiye’deki adliye mekanizmasını zaafa uğratan
uygulamalara dikkatinizi çekeyim. Kanunsuz telefon dinlemeleri, oldu
mu? Oldu. Yargıya yönelik oldu mu? Oldu. Savcılara yönelik oldu mu?
Oldu. Hâkimlere yönelik oldu mu? Oldu. Daha ne, daha ne? Niye oluyor
bunlar? Bunlar devletteki bazılarının dedi kodu merakından mı oluyor?
Acaba, bu savcının özel yaşamı ne, bu hâkimin özel yaşamı ne, onun
dedikodusunu yapmak için mi dinliyorlar? Eşiyle ilişkisi nasıl,
ailesiyle ilişkisi nasıl bunu merak ettiklerinden mi? Niçin
dinliyorlar? Hâkimler var, karar alıyor, bütün Türkiye’ye yönelik
dinleyin diyor, başrollerde onlar. Telefon dinlemeleri Türkiye’de
yargıyı saptıran ana olaylardan birisi. Bir süre önce Ergenekon
davasına bakan bir hâkim dedi ki “Ben bu davaya bakamayacağım.” Niçin?
“Çünkü üzerimde kurumsal baskı var” dedi. Yani benim üstümde birileri,
benden bu davaya yönelik talep yapıyorlar, bir şeyler istiyorlar. Ben
bunu yapamam, vicdanıma sindiremiyorum, sığdıramıyorum dedi ve çekildi.
Çekilmekte haklı olduğunu da başka hâkimler “Evet, sana hakikaten
bunlar yapılıyor, sen çekilebilirsin” dediler. Peki, bu kurumsal baskı
sadece o hâkime mi yapıldı Türkiye’de? Başka kurumsal baskı yapılan
hâkim ve savcı yok mu Türkiye’de?
Değerli
arkadaşlarım, Teftiş Kurulunun yönlendirmeleri, hoşa gitmeyen karar
alanlara verilen cezalar, uygun davrananlara getirilen ödüllendirmeleri
incelediğiniz zaman bunun yığınla örneği var. Ve doğrudan doğruya
hükümet üyelerinin belli bir davaya yönelik davayı götürmekte olan
savcıya açıktan telefonla müdahale etmeleri, talep etmeleri yaşandı mı
bu Türkiye’de? Bundan daha büyük olay olabilir mi? Hesabı soruldu mu
bunun? Yani bir Başbakan yardımcısı, Erzincan’da bir soruşturmayı
götürmekte olan savcıya, o soruşturmayı götürüş şekliyle ilgili
müdahale ediyor, ne yapması gerektiğini söylüyor. Çok açık. Uzun süre
bu konuda bir açıklama yapılmadı, şimdi dolaylı olarak itiraf edildi.
Tevil edilmeye çalışıldı, ama mızrak çuvala sığmaz. Çok açık görüldü.
Neymiş? Oradaki çocukları tahliye et demiş. Ya, çocuklar gözaltında
değil zaten. Çocukların bir kabahati yok, çocukları korumak için adım
atılıyor. Devlet, savcı, çocukları korumak için yapıyor. Değerli
arkadaşlarım, çok açık, kimse inkâr edemiyor, müdahale edildi. Sadece
orada mı edildi? Burada ne denk geldi? Burada gözü berk bir savcı
çıktı, doğru bildiğinin arkasında duran bir savcı çıktı. Peki,
çıkmadığı yerlerde ne oluyor, bunu biliyor muyuz? Sistem çığırından
çıkmış. Bu böyle bir savcı. Daha önce JİTEM iddialarının üzerine de
cesaretle yürüyen, bundan dolayı da herkesin saygısını kazanmış olan,
faili meçhul cinayetlere karşı etkili mücadele vermiş olan bir savcı.
(Alkışlar) Şimdi de cumhuriyet yasalarını, oradaki tarikat ve cemaat
örgütlenmelerine karşı uygulamaya teşebbüs ediyor, suçu bu. Soruyorum
değerli arkadaşlarım, herkese soruyorum, vicdan sahibi herkese
soruyorum. Elinizi vicdanınıza koyunuz ve cevap veriniz: “Eğer o savcı,
Erzincan’da 2007 yılında o soruşturmayı başlatmamış olsa idi bu yaşanan
olaylar onun başına gelir miydi? Gelirdi diyebilecek bir tek kişi var
mı? Bir tek kişi bunu söyleyebilir mi? Elbette gelirdi, biz onunla
meşgul değiliz, bizim işimiz o değil diyebilecek birisi var mı? İtham
edilen suçların tümünün uydurma ıvır zıvır şeyler olduğu açık değil mi?
Yok, kamelya kurmuş da, imar kanununu ihlal etmiş lojmanlarda, yok
bilmem ne bunlar yetmedi, “Ergenekon” dediler adama. Adam, JİTEM’e
karşı mücadelenin öncesi Türkiye’de bir savcı olarak. (Alkışlar) Şimdi,
bu ne o zaman? Yani suç imal ediliyorsa bir hukuk düzeninde arkadaşlar,
suç imal ediliyorsa, icat ediliyorsa ve bunu yargı elemanları
marifetiyle yapıyorsanız o ülkede hukuk devletinden, demokrasiden söz
etmek mümkün mü? Suç imal ediliyor, suçlama yapılıyor. Niye? Çünkü bir
soruşturma yapmış. Soruşturmayı beğenirsin beğenmezsin, o soruşturma
sonuca ulaşır ulaşmaz o ayrı bir iş, onun kuralı var ama sen, o
soruşturmayı yapıyor diye bunu hedef hâline getirip itham etmeye
kalktığın zaman artık senin ne demokrasiden söz etmeye, ne insan
haklarından söz etmeye, ne insaftan, vicdan, ne İslamiyet’ten söz
etmeye hakkın yoktur. (Alkışlar) Çünkü sen amacına ulaşmak için sadece
dedikodu yapmıyorsun, sen tuzak kuruyorsun, iftira ediyorsun, tertip
yapıyorsun. Bu neye sığar değerli arkadaşlarım? Devlet yapıyor bunu,
devlet gücüyle bu yapılıyor böyle bir devlet olur mu? Böyle bir
devlette her şey olur. Eğer bu yapılabiliyorsa arkadaşlar, kimsenin
dokunulmazlığı yoktur, herkese her şey her an başımıza gelebilir.
(Alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım, şimdi böyle bir manzaranın içindeyiz. DGM yürüyor,
kurumsal baskılar yapılıyor, bakanlar telefon açıyor “Tahliye et,
tahliye etme” diye davalara müdahale ediyor, Teftiş Kurulları o
doğrultuda işletiliyor ve ondan sonra da bir yerde çıkıyor birisi diyor
ki, “hâkimleri ayarladık arkadaşlar. Habur’da hâkimleri ayarladık,
merak etmeyin” diyor. Kim diyor? İçişleri Bakanı diyor. Koordinatör
bakan, Kürt açılımını koordine etmekle yetkili bakan kime diyor? O
zamanki DTP’nin genel başkanına. Nerede diyor? Tarım Bakanlığının Gazi
Orman Çiftliğindeki gizli yerinde. İçişleri Bakanlığında basının önünde
mi buluşuyorlar? Önceden ilan ediliyor mu? Bu sonradan duyuluyor, gizli
bir buluşma. Kim buluşuyor? İçişleri Bakanı, koordinatör bakan DTP’nin
genel başkanı ve orada ne konuşulduğunu bize, Diyarbakır’daki mahkemede
ifade veren bir eski milletvekili söylüyor. Diyor ki “Orada bize
dediler ki, merak etmeyin, hâkimleri ayarladık. Gelsin PKK’lılar
sınırdan geldikleri gibi geçireceğiz” dedi diyor.
Değerli
arkadaşlarım, geçiyor mu gelenler denildiği gibi? Uyguluma, o söylenen
söze paralel mi? Uygulama Türkiye’nin hukukuna aykırı mı? Türkiye’nin
hukukuna aykırı, yaşanan olay, söylenen söz hepsi üst üste geliyor mu?
Ortada bir ayarlamanın bulunduğu anlaşılmıyor mu? Değerli arkadaşlarım,
yani şimdi buradan soruyorum. Devletin bütün yetkilileri orada, MİT
Müsteşarı orada, Emniyet Genel Müdürü orada, İçişleri Bakanlığının
yetkilileri orada, vali orada. Bakın, bugüne kadar sormadığım bir şeyi
şimdi soruyorum: Adalet Bakanlığı yetkilileri orada mı? Adalet
Bakanlığı yetkilileri orada mı? Ne arıyor Adalet Bakanlığı yetkilileri
orada? Ayarlamayı kim yapıyor? İçişleri Bakanı mı yapıyor?
Şimdi,
değerli arkadaşlarım, hâkimlerin ayarlandığı bir yerde hukuk
devletinden söz edenleri ciddiye almak imkânı var mı? Onların
samimiyetine, dürüstlüğüne, söylediği söze inanmak imkânı var mı? Bir
aldatmaca, baştan aşağı yaşananlar bir aldatmaca. Böyle bir ülkede
herkes hakkında her şey söylenebilir. Türkiye’de hukukta, değerli
arkadaşlarım, bugün geldiğimiz noktada delil anlamını kaybetti. Delilin
yerini imzasız ihbar mektubu aldı. Gizli tanık aldı. Hangi gizli
tanıklar? İçinde bulunduğu davanın sanığı olan hatta o davada
yargılanıp mahkemede hüküm giymiş olan insan birden bire gizli tanığa
dönüşüyor, mahkemenin seyrini değiştirmeye teşebbüs ediyor, birileri de
bunu alkışlıyorlar. Kim bu? Bu, kardeşini öldürmüş, yeğenini fuhuşa
teşvik etmiş, cinayet işlemiş birisi, gizli tanık, bununla Türkiye’de
adalet işliyor.
Değerli
arkadaşlarım, gözaltına aldıklarına soruyorlar “Falan kişiyi tanır
mısın, onunla buluştun mu?” Şimdi, o kişinin suçlu olduğu kanıtlanmış
değil. Mesela “Dursun Çiçek’i tanır mısın, Dursun Çiçek’le buluştun
mu?” diyorlar Erzincan savcısına. Ya, Dursun Çiçek ortada, görevinin
başında bir insan, buluşsa ne olur, buluşmasa ne olur. Hep, bir
kafalardaki hayal etrafında bir senaryo oluşturma çabası. İnsanlar
kendi masumiyetlerini ispat etmek zorunda bırakılıyorlar. Hâlbuki
yargılamanın özü masumiyetin esas olduğudur, ispat edilmesi gereken
iddia sahibinin iddiasını kanıtlayabilmesidir. İspat mükellefiyeti
savcının üzerinde. Savcı diyor ki, “Masum olduğunu ispat et. Falan
kişiyle buluşup buluşmadığını bana anlat, kanıtla.” O kişi suçlu mu?
Değil. Bütün bunlara rağmen “nu da tanımam.” diyor savcı. “Hiçbir araya
da gelmedik” diyor. Dursun Çiçek’le ben ta bilmem 2003 yılında oraya
gitmiştim, daha sonra hiç gitmedim” diyor ama dava yürüyor, itham
yürüyor. Değerli arkadaşlarım, böyle bir yargı düzeni olmaz. Bu,
gerçekten hepimizin ibret alması gereken bir manzaradır. Buna bir an
önce bir son verme ihtiyacı vardır. Hükümet yargının içine doğrudan
girmiştir. Hele bu Erzincan soruşturması dolayısıyla hükümet yargının
göbeğinde yer almıştır; Başbakan yer almıştır, başbakan yardımcısı yer
almıştır, Adalet Bakanı yer almıştır. Adalet Bakanlığı, Erzurum’da
mahkemenin karar alacağı gün saat 00.06’da alınacak karara sahip çıkan
bildiriler yayınlıyor, Hükümet yayınlıyor, Adalet Bakanlığı yayınlıyor.
Erzurum’da alınacak kararla ilgili bildiri yayınlıyor hükümet, karar
ondan sonra alınıyor. Bu ağzına kadar bu işin içine girmiştir ve yanlış
girdiği de yaşanan olaylarla ortaya çıkmıştır. Türkiye’deki aklı
başında bütün hukukçular ve yaşanan gerçekler hükümetin yanlış
istikamette buraya battığını açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Değerli
arkadaşlarım, şimdi bu tablo karşısında şu gerçeklere dikkatinizi
çekmek istiyorum: Bakınız Türkiye’de böyle büyük siyasi niteliği ağır
basan yargılamalar yaşandı. DİSK davası mesela, 12 Eylül sonrası yargı
süreçleri, onu size hatırlatmak istiyorum. 12 Eylül bir büyük kesinti,
parlamento kapatılmış, Anayasa askıya alınmış ve bir yargı süreci
başlatılmış, belli, siyaset ve hukuk iç içe, DİSK ile ilgili bir dava.
12 Eylül’de askeri bir dava yapıldı, 27 Aralıkta duruşmalar başladı
değerli arkadaşlarım. 100 gün sonra sanıklar hâkimin karşısında idi.
İddianame ortada idi, yargı başlamıştı. Milli Selamet Partisi, 1980 15
Ekim’de tutuklandı Genel Başkan, yedi ay sonra iddianameler hazırlandı
ve 21 Nisan 1981’de hâkimin karşısına çıkarıldılar. Yine MHP ekimde
genel başkan Türkeş tutuklandı ve 29 Nisan 1981’de iddianame tamamlandı
ve mahkeme heyetinin karşısına ağustos 1981’de çıktılar. Şimdi, gelelim
bugünkü manzaraya: Ergenekon davası ne zaman başladı? Ergenekon davası
2007 12 Haziranında başladı, yani üç yıl tamamlanmak üzere değerli
arkadaşlarım. Şubat bitiyor, ikinci yarısındayız, 12 Haziranda üç yıl
tamamlanacak. Ergin Poyraz diye bir yazar var, 27 Temmuz 2007’de
tutuklandı, hâlâ tutuklu. Silahlı değil, neyle itham edildiği hâlâ
belli değil. Daha önce kitap yazdı bu, yazdığı kitapta Cumhurbaşkanı ve
Başbakan hakkında çok ağır iddialar, sözler söyledi, değerlendirmeler
yaptı. O kitaplar çıktı. O kitaplarla ilgili bir sorun varsa o
kitapları mahkemeye götürün, suçlamanızı yapın, hakaret varsa hakareti,
yalan varsa yalanı yargılayın, bunlar yapılmadı. Ne oldu? 2007 27
Temmuzda Ergenekon vesilesiyle gözaltına alındı. Üç yıldır bir yazar
tutuklu değerli arkadaşlarım. Şimdi, Ergenekon davası üç yılını da
tamamlamak üzere, hâlâ iddianamelerin sonu gelmiş değil. Dalga dalga
iddianameler ortaya çıkıyor, ucu açık iddianame kavramını biz Ergenekon
vesilesiyle gördük. Eski Onursal Yargıtay Başkanı isyan ediyor “Ben
hayatım boyunca böyle iddianame görmedim” diyor.
Değerli
arkadaşlarım, bu olmaz. Bu oluyorsa her şey olur. Bu olabiliyor
Türkiye’de ve bunu hazmettirmeye çalışıyorlar. Yani böyle bir dava
düzeni, dalga dalga insanlar tutuklanıyor, sen masumiyetini ispat et, o
fırsat dâhi verilmiyor, pek çok insan şu anda neyle suçlandığını
bilmeden orada bekliyor. Daha soru sorulmadı. Değerli arkadaşlarım, bu
kadar büyük bir dava “Ergenekon diye bir örgüt var” kabulüyle ortaya
çıkıyor. Bu örgütün varlığına dair hiçbir şey ortaya konmuş değil.
Yabancı uzmanlar geldiler incelediler, “Bu bir fantezi” dediler, böyle
bir şey yok. Yani bir örgüt… Örgüt dediğin kurucusu belli, kurulduğu
zaman belli, yöneticisi belli, hiyerarşisi belli, burada ne? Kimse
kimseyi tanımıyor. Bir bakıyorsun “Bunun saymanı” diyorlar Kuddisi
Okkir’ı, adam cezaevinde ölüm döşeğine düşüyor, ölüyor, cenazesini
belediyeler kaldırıyor.
Değerli
arkadaşlarım, bu olmaz, buna bir an önce son vermek lazımdır.
(Alkışlar)Yani ortada iddia var, bakın üç yıldır ortada iddia var, ama
hâlâ bir mahkûmiyet yok, hâlâ mahkûmiyet yok. İddia var, iddia ile
mahkûm ediyorsun hükümle değil, iddia var, gözaltı var, tutuklama var,
hatta ölüm var ama hüküm yok. Üç yıldır böyle değerli arkadaşlarım, üç
yıldır bu dava gidiyor, hâlâ hüküm yok, kimse hakkında hüküm yok. Böyle
dava olur mu? Şimdi, o davanın içinde bir ayrı bölüm açıldı, bu 48
kişi, işte onlar da oydu, buydu… Değerli arkadaşlarım, bu zulümdür,
zulüm, hukuk değildir. (Alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım, deniliyor ki, kimsenin imtiyazı yok, herkes hesabını
verecek, ordu komutanı, verecek, kuvvet komutanı, verecek; gazeteci,
verecek; profesör verecek, peki Sayın Başbakan sen hesabını vermeyecek
misin? (Alkışlar) Yani onların dokunulmazlığı yok, peki senin
dokunulmazlığın var, Mecliste 550 milletvekili var, 608 fezleke var,
dosya var. (Alkışlar) Bunların niye hesabını soramıyoruz? Niye onlara
giremiyoruz? Böyle bir şey olabilir mi? Değerli arkadaşlarım, işte
adalet yok, eşitlik yok, hukuk yok, bunlar açık gerçekler olarak
önümüzde bunları bilin. Lafazanlıkla bunlar örtbas edemezsiniz. Millet
sağduyusuyla gerçeği görüyor. Sen istediğin kadar nutuk at, istediğin
kadar ondan bundan şikâyet et, söylediğin laflarının dirhem doğru
olmadığını, samimi olmadığını millet gözünün içine baktığı anda fark
ediyor. (Alkışlar)
Değerli
arkadaşlarım, şimdi bu tablonun içindeyiz. Erzincan’da bir olay, bu
olaya bir soruşturma ile girdi diye savcıya yapılmadık kalmadı. Olayı
kimse takip etmiyor, olayın arkasında ne var? Olayın arkasında ticaret
var, olayın arkasında tarikat, cemaat var, olayın arkasında siyaset
var, ihale var, medya var hepsi var iç içe geçmiş, kanıtlı. Öyle diğer
iddialar gibi uydur kaydır gizli tanık ifadesi, imzasız ihbar mektubu
değil, çok açık, net, resmi kanuni telefon dinlemeleriyle tespit
edilmiş gerçek. Bakana telefon ediyor “Sakın ha, ona verme, bekle ben
geliyorum” diyor. “Peki” diyor Bakan. Bakan emir kulu olmuş. Bunlar da
gözüküyor. Utanç verici manzaralar. Şimdi, bunu kurcaladı diye, bu
dosyayı hazırlamaya kalkıştı diye o, bu memleketin dürüst, onurlu
savcısı en ağır acıları yaşamaya mecbur edildi. Değerli arkadaşlarım,
şimdi bu gidişe bakınca bu nerede duracak, ne olacak bu iş diye herkes
haklı olarak soruyor. Yani bunun altında ne var, bu gidiş nereye
bağlanır? Giderek kavga tırmandırılıyor, gerilim yükseltiliyor,
gerçekten öyle. Geçenlerde bir yerde söyledim. Benim bu olayı görünce
aklıma, hani, lokantaya birileri gelir, masayı düzerler, ısmarlarlar,
bol bulamaç harcamalarını yaparlar. Zaman geçer, yavaş yavaş artık
hesabı ödeme noktasına gelmişsindir, garson da kenara geçmiş elinde
hesap pusulası yazmaya başlamıştır kaç tane ne geldi diye ve oradaki
insanlar ya, ne yapsak da buradan hesabı ödemeden çıkabilsek diye
düşünmeye başlarlar. Kendi aralarında bir hır çıkarıp acaba sandalyeyi,
masayı devirip cami çerçeveyi indirip bir hır çıkarıp bu kargaşadan
hesabı ödemeden kaçabilir miyiz diye düşünmeye başlarlar. Bana, şu anda
Türkiye manzarasına baktığımız zaman böyle bir düşünce geliyor. Sanki
birileri hesap ödemeden masadan kaçıp ayrılmanın yollarını arıyor diye.
(Alkışlar) Yani kavga çıkaracaklar, dayak yiyecekler, sonra diyecekler
ki bunlar bizi dövdü, biz şikâyetçiyiz, işte bunları tutuklayın falan
kıyamet kopacak. Aslında hesabı ödemek istemiyor ama hır çıkarıp dayak
yiyecek, dayak yiyince de ağlaşacak ve ondan sonra da hesabı ödemeden
sıyıracak, proje bu. Aman sakın ha, oradaki bu kavga hazırlığını görün
fakat sakın kavgaya müdahale etmeyin, kavganın içinde yer tutmayın,
fırsat vermeyin, bırakın kendi hâllerine ne yaparlarsa yapsınlar. Sıkın
dişinizi bugünler gelir ge
|