Genel Başkan TBMM Grup Konuşmaları 23.03.2010
-“Biz 12 Eylül anayasası gitsin AKP anayasası gelsin diyemeyiz”
 
-“Değişiklik çabasının nedeni yüce divan korkusudur...”
 
-“İşin özü AKP’nin kendi yüksek yargısını kurma teşebbüsüdür. Hükümetin niyeti, yargıyı ele geçirmektir. Bu iktidarın yargıyla problemi var. Sadece yargıyla değil, Anayasa’mızın temel ilkeleriyle, Cumhuriyet’in temel anlayışıyla uyumsuzluğu var”
 
-“Bu iktidarın işi gücü, mahkeme kapısıdır. Diyorum ki, daha dur, mahkemeyi senin düşünmen gereken günler gelecek. Ama görüyoruz ki,şimdiden korku bacayı sarmış''
 
-''Bu tasarı,AKP prodüksiyonudur, bir made by AKP”
 
-“AKP İktidarı, devlet olanaklarını ve gücünü de kullanarak, devleti, Cumhuriyeti yeniden kendi zihniyetime göre yapılandırmak için,Anayasa değişikliğini bir fırsat olarak değerlendireceğim. Devleti yeniden tanımlayacağım diyor”
 
-“AKP, Yüzde 47 ile geldim, oyum yüzde 30'ların altına düştü, Parlamentoda rahat çoğunluğum var, iktidarı kaybedeceğim görünüyor, gitmeden devleti kendi hesabıma, partisel çıkarıma göre şekillendiriversem anlayışıyla bu işe kalkıştı''
 
-“Siyasi partilerin kapatılma izni Meclis’ten çıkacak. Hukuk gerektiriyor olsa bile siyaset izin vermedikçe hukuk işlemeyecek. Bu kümesteki tavukların tilkiye emanet edilmesi demektir”
 
-“Bu Anayasa değişikliği gerçekleşirse cumhuriyet bildiğimiz cumhuriyet olmaktan çıkacaktır”
 
-“AKP işsizlik, yoksulluk bitecek' diyordu, arttı. Başbakan, 'Yasaklar kalkacak' dedi, Türkiye korku imparatorluğuna döndü. Herkes, işini yaparken korku içinde. Yolsuzluklar bitecekti, Türkiye, iktidarın himayesinde, öncülüğünde yolsuzluklar cenneti oldu. En büyük yolsuzlukların arkasında iktidarın parmağı var”
 
-“AKP emeklilere en büyük darbeyi vurdu, esnaf siftah yapamaz hale geldi.. Hükümet, ekonomik ve sosyal sorunlar altında ezildi”
 
-“Sultangazi Habibler Cemevi'ne yapılan saldırıdan büyük üzüntü duydum, kınadım. Telefon ederek Cemevi Başkanı’na geçmiş olsun dedim. Ayrıca Cemevine geçmiş olsun ziyareti yapan Habibler Kanuni Sultan Süleyman Camii imamı Ahmet Sevim'i de telefonla aradım kutladım”
 
-AKP’nin ''sıfır sorun politikası'' temel bir yanlış. Bizim ış politikamız ''sıfır sorun'' değil, ''yurtta sulh cihanda sulh'' politikasıdır”
 
-“Başbakan Türkiye'deki Ermenilere ilişkin sözleriyle ''büyük bir büyük çam devirdi, ciddi bir gaf yaptı''
 
-“Başbakan Erdoğan, ‘Türkiye'de 100 bin Ermenistan vatandaşı çalışıyor, şimdiye kadar idare ettik, artık onları Ermenistan'a göndeririz diyor. Yasalara aykırı olarak, onlara izin vermişsin, göz yummuşsun, gelmesini kabul etmişsin. Yasaları işletmemişsin. Şimdi bir yanlışın dolayısıyla ABD ve İsveç ile karşı karşıya gelince, onlara yönelik doğrudan etkin önlemler alamıyorsun, almayı düşünemiyorsun, yanlışın özü, temeli olan protokolü askıya almaya cesaret edemiyorsun ama tutuyorsun, senin buraya gelmesine göz yumduğun yabancılara rehine muamelesi yapıyorsun, 'acısını onlardan çıkarırım ha' diye şantaj yapmaya kalkıyorsun”
 
İletişim Koordinatörlüğü ( Ankara ) – Genel Başkan Deniz Baykal TBMM’de CHP Grup Genel Kurulu’nda başta Anayasa değişikliği taslağı olmak üzere güncel olayları değerlendirdi. Konuşması sık sık alkışlarla kesilen Genel Başkan Baykal’ın açıklaması şöyle ;


 
 

 
CHP GENEL BAŞKANI DENİZ BAYKAL’IN; 23.03.2010 TARİHİNDE
GRUP GENEL KURUL TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA
 
CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, sevgili vatandaşlarım; hepinizi içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum, hepiniz hoş geldiniz. (Alkışlar) Bu hafta yine çok önemli gelişmelerle karşı karşıyayız, onları birlikte değerlendireceğiz. Konuşmama geçerken öncelikle değinmek istediğim iki nokta var. O konulardaki düşüncelerimi, duygularımı sizinle paylaşmak istiyorum.
 
Geçen hafta İstanbul Sultangazi’de bir cem evine, Habipler Cem Evine bir saldırı yapıldı. Maalesef Türkiye’de hâlâ belli inançlara yönelik olarak böyle saldırıların yapılıyor olması ülke olarak, toplum olarak hepimizi derinden yaralıyor. Bir cem evine başka bazı vatandaşlarımızın gece bir saldırı düzenlemiş olmasını üzüntüyle karşılıyorum. Bu, Türkiye’ye yakışmayan bir tablodur. Biz, her inançtan insanlarımızı, dünyanın her yerindeki her inançtan insanları saygıyla karşılamayı temel bir anlayış olarak benimsemiş insanlarız. Dinimiz bunu gerektirir, hukukumuz bunu gerektirir, insanlığımız bunu gerektirir. Bir başka türlü düşüncenin kimsenin aklından geçmesini anlayamıyoruz. Bundan büyük üzüntü duyuyorum ve bu saldırıyı kınıyorum. (Alkışlar) Bu saldırı üzüntü verici olmuştur ama bu olumsuzluktan bir güzellik, bir olumlu sevinilecek bir olay ortaya çıkmıştır ve yine Sultangazi’deki Sultan Süleyman Camiinin imamı Sayın Ahmet Sevim, bu olayın hemen ertesi günü sabahtan cemaatini de toplayarak cem evine bir ziyaret yapmıştır. Bu olay karşısındaki üzüntülerini ifade etmiştir, bu saldırıyı kınamıştır. (Alkışlar) Ve Habipler Cem Evinde bulunan vatandaşlarımızı bu olay dolayısıyla sevgiyle kucaklamıştır. Bundan büyük mutluluk duydum. Böyle bir anlayışı bir imamımızın gerçekleştirmiş olması gerçekten Türkiye’de asıl örnek olarak alınması gereken davranışı bize gösteriyor. Ben, bu imamımızı, Sayın Ahmet Sevim’i yürekten kutluyorum. (Alkışlar) Örnek olmuştur. Böyle olaylar karşısında ne yapılması gerektiğini bütün Türkiye’ye, bütün vatandaşlarımızın hissiyatına tercüman olarak ortaya koymuştur. Bundan büyük mutluluk duydum. Bu olay dolayısıyla hem cem evini aradım, Sayın Yılmaz Başer’i geçmiş olsun dileklerimi ifade ettim hem Sayın İmam Ahmet Sevim’i aradım, kutladım. Ülkemize artık böyle saldırılar yakışmıyor, böyle saldırılar hiç olmamalıdır, böyle saldırıları yapanları da el birliğiyle hepimiz dayanışma içinde reddetmeliyiz, yapılanın yanlış olduğunu ortaya koymalıyız. Bu duygularımı öncelikle sizlerle paylaşmak istiyorum.
 
Değerli arkadaşlarım, geride bıraktığımız günler, Türkiye’deki meteorolojik gelişmelerin şaşırtıcı bir biçimde ortaya çıkması sonucu sıcaklar birden bire ortaya çıktı ve bu bahar ortamı, bu erken bahar, yalancı bahar, hemen arkasından zaman zaman ortaya çıkan soğuk hava ve don karşısında çok ciddi zararlara sebep oldu. Bunu maalesef zaman zaman yaşıyoruz. Bu defa yine böyle bir tabloyla karşı karşıya kaldık. Bundan çok büyük üzüntü duydum. Bu vesileyle don afetine maruz kalmış vatandaşlarıma geçmiş olsun dileklerimi ifade etmek istiyorum. Çok büyük ekonomik kayıplar söz konusudur. Bu kayıplar karşısında maalesef Türkiye etkin, işleyen bir destek mekanizmasını ortaya koyabilmiş değildir. Bakınız AKP, daha önce var olan Muhtaç Çiftçilere Ödünç Tohumluk Verme Hakkındaki Kanun’u yürürlükten kaldırmıştır. O nedenle, bu afet dolayısıyla, çiftçilerimize yardımcı olmak için getirilmiş olan, geçmişte getirilmiş olan bir yasal imkân ortadan kalkmıştır ve Tabi afetlerden Zarar gören Çiftçilere yapılan Yardımlar Hakkında Kanun vardır ama onun da uygulaması yoktur, çünkü onun uygulaması çiftçilerimizin tarımsal sigorta sistemine geçmeleri şartına bağlanmıştır ve Türkiye’de tarımsal sigorta sistemine geçmiş çiftçimizin oranı yüzde 5 civarındadır. Çeşitli nedenlerle, eğitim, maddi imkânsızlıklar, çiftçilerimiz sıkışık bir durumda olduklarından, sürekli borç içinde olduklarından, tefeciye bilmem ödeme yapmak zorunda olduklarından bir türlü geleceği güvence altına almayı düşünemez hâle gelmişlerdir, çünkü geçmişle hesaplaşmaları gerekmektedir, geçmişteki borçlarına yetişmeye çalışmaktadırlar, geleceğe yönelik tedbir alma imkânını maalesef bulamamaktadırlar. Bunun sonucu o kanun da işlemiyor. Şimdi çifti tamamen eli böğründe sahipsiz hâle düşmüştür. Bundan büyük üzüntü duyuyorum. Malatya’da kayısı üreticileri bu koşullar içinde perişan olmuştur, Manisa’daki üzüm üreticileri aynı şekilde çok büyük kayıplar yaşamışlardır. Türkiye’nin her yerinde pek çok çiftçimiz bu şartlar altında büyük bir sıkıntıyı taşımak zorunda bırakılmıştır. Hükümetin de bu manzara karşısında etkin bir önlem aldığına tanık olmuyoruz. Bu öncelikli bir konudur. Buna bir an önce el atmak lazımdır. Çiftçimizi iyi gününde, kötü gününde sahipsiz bırakamayız. Çiftçimize iyi gününde dâhi verdiğimiz imkânlar, destekler onun ayakta durmasına, borçlarını ödemesine yetmiyor, hele bir de böyle tabiatın darbesi çiftçiyi vurunca çiftçiye destek olmak artık kaçınılmaz bir sorumluluk olarak ortaya çıkıyor. Bu konuda uyarılarımı bu vesileyle bir kez daha ifade etmek istiyorum.
 
Değerli arkadaşlarım, önümüzde yoğun bir gündem var. Önce geçen hafta ortaya çıkan bir konuya değinmek istiyorum. Bu Ermeni konusuyla ilgili yeni bir aşamaya işlerin geldiğini gördük. Onu artık bir değerlendirmek zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Değerli arkadaşlarım, bu iktidarın en karmaşık, en güç ve en önemli sorunlar karşısında takındığı olayın ciddiyetini gözden kaçıran, sorunları çok kolayca ele alıp çözebileceği anlayışıyla harekete geçmesine neden olan bir temel politika üslubu var. Türkiye, çevresinde bulunan ülkelerle bir tarihten gelen sorunları da devralmış bir konumdadır. Bu sorunlarımızın bir kısmı ne yazık ki sadece Türkiye’nin iradesiyle, Türkiye’nin desteğiyle, kararıyla çözülebilir nitelikte sorunlar olmaktan çok uzaktır. Bu sorunlar tarihin bize emanet ettiği sorunlardır. Bu sorunların çözülebilmesi için Türkiye’nin de ama sadece Türkiye’nin değil, ilgili diğer ülkelerin de sorunu çözmek için bir iyi niyetli gayret, fedakârlık içine girmeleri zorunluluğu vardır. Eğer böyle bir tablo yoksa, eğer Türkiye’yi köşeye sıkıştırarak, büyük devletleri Türkiye üzerine yönlendirerek en karmaşık konuları çözebileceklerini zannediyorlarsa yanılıyorlar. Bugüne kadar hep onları denediler ve bu sorunlar çözülmedi ama şimdi Türkiye’de bir iktidar var. Bu iktidar, bu sorunlara çok yüzeysel bir şekilde yaklaşıyor. Bu sorunların geçmiş iktidarların anlayışsızlığından kaynaklandığını, yanlış gerekçelere dayandığını kabul ederek çok kolayca bunların çözülebileceği umudunu, bekleyişini muhataplarına ve büyük ülkelere veriyor. Bunun sonucunda da baskılara hedef oluyor, taleplere muhatap oluyor, o talepler doğrultusunda harekete geçmeye kalkıyor, kendine göre bir model kuruyor ama bunun işlemeyeceği, sonuç vermeyeceği en kısa zamanda ortaya çıkıyor. Yalnız, o ortaya çıktığı zaman Türkiye yeni taahhütlerin altına girmiş oluyor, yeni angajmanlara girmiş oluyor, yeni bekleyişler yaratmış oluyor, o konularda gerekeni yapmayınca, yapamayınca hayal kırıklıkları üretiyor, sorunlar, sıkıntılar çıkıyor, denge bozuluyor, yapamayacağın işi yapacağım havasına girip adım atmaya başlayınca, seninle dayanışma içinde olan dostların tedirgin oluyor, kırılıyor, küsüyor, ortalık birbirine giriyor. Bu yanlış politikayı sıfır soruna dayalı bir dış politika anlayışıyla ortaya koydular, yani sıfır sorun elde edecekler. Sorun, sadece bizim sorunumuz değil ki, bizim ürettiğimiz sorun değil ki. Hadi, biz sıfır sorun isteyelim belli bir ülkeyle ilişkimizde, karşı taraf da onu istiyor mu? O sıfır sorunu sağlamak için gerekeni yapmaya hazır noktada mı? Bu sıfır sorun politikası bu AKP’nin temel yanlışıdır. Dış politika konularının ne kadar karmaşık, ne kadar çok yönlü olabileceği gerçeğini ihmal ederek, sadece sıfır sorun üreteceğiz, başkasından daima bir adım önde olacağız gibi açıklamalarla bir sonuç olma çabasıdır ki, bu olayda, bu Ermeni konusunda ne kadar temelsiz, ne kadar yanlış olduğu somut bir biçimde çıkmıştır. Sadece bunda değil, diğer konularda da çıktı ama şimdi önümüzde konu artık bütün yönleriyle kendisini gösterdi, onun için buna dikkati çekiyorum. Değerli arkadaşlarım, bakın bizim dış politikamız böyle sıfır sorun falan anlayışına dayanmaz. Neye dayanır? Yurtta sulh, cihanda sulh anlayışına dayanır. (Alkışlar) Yani yurtta sulh, cihanda sulh anlayışının ortaya koyduğu siyasi bilinç düzeyini ve dünyayı yorumlama anlayışını bir kenara koyunuz, sıfır sorun yaratacağız diye yola çıkanların anlayışındaki yüzeyselliği onunla karşılaştırınız. Değerli arkadaşlarım, ne diyoruz biz? Yurtta sulh, cihanda sulh. Ne demek istiyoruz? Biz, barış istiyoruz diyoruz; barışı yurtta da istiyoruz, dünyada da istiyoruz, sadece sınırımızda değil, bütün dünyada da barış istiyoruz diyoruz ve bunu söyleyerek bir bağlantıyı ortaya koyuyoruz. Yurtta sulh, dünyada sulh bir biriyle bağlantılıdır diyoruz. Yani sadece birisine, ben yurtta sulhu düşünürüm, dünyada sulh yoksa yurtta sulhu koruyamayız, farkındayız bunun diyoruz bu lafla. Ya da sadece biz dünyada barışın peşindeyiz. Sen dünyada barışın peşine düşersen içeride barışını tehlikeye atarsın. Bu yanlışı yapma, o yanlışın farkındayız diyoruz. Bu, çok sorumlu, çok doğru bir yaklaşım. Yıllarca yürümüş. Ha, bu yetersiz, değiştirecekler. Neyi değiştirecekler? Yurtta sulh, dünyada sulh anlayışını, yurtta barış, dünyada barış anlayışını değiştirecekler, ne yapacaklar? Sıfır sorun politikasını koyacaklar. Yap bakalım sıfır sorunu. Ne oldu yaptın? Değerli arkadaşlarım, bakın bu konuda, bu Ermenistan’la ilişkiler konusunda elbette biz, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Ermenistan’ın bağımsızlığını kazanmasından büyük mutluluk duyduk. Ermenistan’ın bağımsızlığını, egemenliğini ilk tanıyan ülke oldu Türkiye. Hiçbir tereddüt yaşamadan, hiçbir siyasi tartışma da yapmadık ne iktidar ne muhalefet çok doğal karşıladı. Elbette öyle olacak dedik, bağımsızlığını kazanmış, Ermenistan’a hayırlı olsun, başarılar dileriz, önünüz açık olsun dedik, iyi niyetle selamladık onları. Kısa bir süre sonra Azerbaycan topraklarını işgal edince bu olmadı dedik. Bu olmadı, bu yanlıştır. Bu yanlışı sadece biz söylemedik, Avrupa Birliği söyledi, Birleşmiş Milletler söyledi, aklı başında herkes söyledi. Bu işgaldir, yanlıştır, böyle dış politika yöntemi olmaz. Sen böyle yapıyorsun, o zaman biz de seninle ilişkilerimizi askıya alıyoruz dedik, sınırları kapattık. Asker kullanmadık, başka bir baskıya yönelmedik, en doğal anlayışımızı ortaya koyduk, Azerbaycan’ın işgali karşısında Azerbaycan devletiyle ve halkıyla dayanışmamızı böylece ifade ettik. En güzel, en doğal yaklaşım. Yıllarca bu böyle gitti. Sonra AKP geldi, AKP şimdi, birilerinin yönlendirmesi, biz yaparız ederiz anlayışını, bekleyişini AKP’nin yaratması sonucunda bir çalışma başlatıldı ve bir protokol imzalama aşamasına gelindi. O zaman biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak çıktık dedik ki, aman ha dikkatli olun. Bu konu, böyle bir çözümü mümkün kılacak noktaya gelmiş değildir. Henüz Ermenistan’ın bu bölgede yapmış olduğu yanlışlıktan kendini kurtaracağına dair bir işaret yoktur. Bu olmadan harekete geçmek Türkiye için çok sakıncalıdır, kaş yapalım derken göz çıkarırsınız. Ermenistan’la dostluk yapacağız derken Azerbaycan’la birbirimize ters düşeriz, yanlış oluruz, Azerbaycan çok önemlidir Türkiye için, olağanüstü önemlidir. Sadece Türkiye – Azerbaycan kardeşliği dolayısıyla değil, Azerbaycan Kafkasya’nın en dikkate alınması gereken en önemli ülkesidir doğal kaynaklarıyla, nüfusuyla, hızla zenginleşmekte oluşuyla çok önemli bir ülkedir, bir istikrar unsurudur. Bakü – Ceyhan boru hattı Azerbaycan’dan kaynaklanıyor. Türkiye’nin petrol kaynaklarına ulaşımı konusundaki en somut adımı bunlarla atmışız. Bu kadar bizim için değerli bir komşuyu, bir kardeşi yok sayarak olmayacak bir işe kalkışıp Ermenistan’la sorunları çözeceğiz, Azerbaycan’ın işgaline son vereceğiz anlayışı içinde yola çıkmak ne yaptığını bilmemektir, yapmayın dedik ve bu anlayışımızı hem Türkiye’deki yetkililere hem de Türkiye’yi buraya yönlendiren dost ülkelerin yöneticilerine tam bu açıklıkla ifade ettik. Değerli arkadaşlarım, Başbakan önce taahhütlerini yaptı, arkasından gitti anlaşmada, protokolde hiç yer almadığı halde, tek taraflı bir açıklamayla “Biz bu protokolü ancak Karabağ işgali sona ererse uygulayacağız” diyerek, yapmış olduğu anlaşmayı, anlaşmada olmayan bir şarta tek taraflı olarak bağladı. Yapamayacağın işe niye imza attın? Sana bunun yanlış olacağını söyledik, yapma dedik. Bunu yapmasan daha dürüst, daha inandırıcı, daha tutarlı olursun, yapamam, ben bunu beklemek zorundayım. Karabağ konusunda olumlu bir gelişme sağlayın elbette ben o zaman harekete geçerim deyin. Ya da, protokol imzalayacaksan protokolün içine Karabağ’ı şart diye koşun açıkça. Hem onu koşmuyorsun, böylece onu şart olarak görmeyebileceğim umudunu veriyorsun muhataplarına, sonrada ben bunu bekliyorum diye tek taraflı olarak söylüyorsun, yanlış, tümü yanlış. Şimdi, değerli arkadaşlarım, bu yanlışlar yapıldı. Bütün bunları niye yaptık? Efendim, Türkiye’ye yönelik soykırımı suçlamalarını ortadan kaldıracağız diye yaptık. Ortadaki protokolü yanlış yorumladı hükümet ve hükümete yakın çevreler. Dedi ki, bu protokol sonucu göreceksiniz, artık Kars Anlaşması kabul edilecektir, yani Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırı kabul etmiyordu Ermeniler, kabul etmiş olacaklardır, artık soykırım iddiası bir bilim heyeti tarafından incelenecektir ve soykırım suçlaması yavaş yavaş gündemden düşecektir. Biz, bunun için bunu yaptık dediler. Protokol imzalandıktan bir süre sonra Ermenistan Anayasa Mahkemesi bir karar aldı, “Bu protokolü bu hükümet imzaladı, imzalasın ama imzalanan protokolü sakın ha kimse -yani Türkiye ve dünya- Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırı kabul ettiğimiz şeklinde yorumlamasın. Kars Anlaşması falan geçerli değildir. O anlaşmayı biz yapmadık. Sovyetler Birliğinin içindeki Ermenistan yaptı. Sovyetler Birliği içindeki Ermenistan’ın yaptığı anlaşma bizi bağlamaz, bu sınır kabul edilmiş bir sınır değildir” dedi. “Kurulacak olan bilim heyeti kimse hata yapmasın, soykırımı filan inceleyecek değildir, soykırım yapılmıştır, incelemeye ihtiyacı yoktur, bir vakıadır, o konuyu takip etmeye devam edeceğiz.” dedi. Ne oldu? Daha oralardan iflaslar başladı. Şimdi, yanlış yanlışı üretiyor değerli arkadaşlarım. Bakın işin başında yapılmış olan yanlış o imza atmadır. Ki o sırada Cumhuriyet Halk Partisi olarak arkadaşlarımız, ben, Cumhuriyet Halk Partisi, yapmayın, yanlıştır diye hem genel olarak hem de ikili görüşmelerimizde hem bizim hükümet temsilcilerine, bakanlara hem de büyük ülkelerin temsilcilerine, yanlıştır bu diye değerlendirmelerimizi söyledik. Şimdi gelinen noktada baktık ki, Ermenistan Anayasa Mahkemesi bizim yorumladığımız gibi yorumlamıyor, bizim Dışişleri Bakanlığı ortada kaldı, iddialar boşlukta kaldı, “değiştirdiniz protokolü” dedi. Protokolü değiştirdiniz iddiasını kabul ettirmek için seferler yapıldı dünyaya, büyük ülkelere, hiçbirisi itibar etmedi. “Yok, değişmiş bir şey değil, zaten böyleydi, bilmiyor muydunuz” dediler. Biz biliyorduk ama iktidar bilmiyordu. Ve böylece o konuda da bir yanlışın içine sürüklendik. Protokol imzalandı, Anayasa Mahkemesi onu değiştirdi. Ne bekliyoruz? Soykırım konusunda dünya, ya, Türkiye bu kadar fedakâr, bu kadar iyi niyetli, bu kadar gayretli, Türkiye’yi hiç olmazsa bu aşamada soykırım iddiasıyla itham etmeyelim, rahatça bu doğrultuda harekete geçsinler. Bu bekleyişte de gerçekleşmedi. Amerikan Temsilciler Meclisinin komitesi, “Türkiye soykırım yapmıştır” diye kararını aldı, İsveç’teki Meclis kararını aldı. Peki, bu tablo karşısında biz ne yaptık? Kendimizi nasıl savunduk? Türkiye olarak, bu kararı alan ülkelere yönelik yanlış yapıyorsunuz diye hangi etkili önleme aldık? Önce, hatırlarsınız, Amerikan Kongresi karar almadan önce yine AKP çevreleri “Karar alırlarsa Afganistan’dan askerleri çekeriz, İncirlik üssünü kapatırız, bunun ağır bedeli olur” diye yüksek perdeden konuşuyorlardı. Ne oldu şimdi, ne yapıldı? Büyükelçimizi geriye çektik ve oraya gideceğimiz toplantıları iptal ettik. Büyükelçiyi çekmek, toplantıyı iptal edip ben sana gelmiyorum demek hiç kimseyi etkilemedi. Zaten, kongrede bu iş konuşulurken birileri diyordu ki, “ya, Türkiye’ye siz kulak asmayın, Türkiye kâğıttan kaplandır” aynen bu kelimeleri kullanmışlardır. “Bunlar konuşur, boş konuşurlar, gereğini yapamazlar” demişlerdi.” Şimdi ne oldu geldiğimiz noktada? Hiçbir şey… İsveç’ten büyükelçiyi çektik, Amerika’dan büyükelçiyi çektik, Başbakan İsveç ziyaretini iptal etti. Ne oluyor, yani şimdi ne yapıyoruz, nedir? Ortada protokol duruyor, bu işler protokolden kaynaklandı. Protokolü imzala diye baskı yapıyorlar, imzalamazsan baskılar daha da artacak diyorlar.
 
Şimdi, değerli arkadaşlarım, bu baştan aşağı yanlış bir politikadır ve bu yanlışlıkların geldiğimiz son aşamasında Başbakan birdenbire çıktı dedi ki “Türkiye’de 100 bin Ermenistan vatandaşı yaşıyor, çalışıyor. Biz de bunları Ermenistan’a göndeririz, Şimdiye kadar idare ettik -aynen kullandığı deyimdir- artık onları geriye gönderebiliriz” Şimdi, değerli arkadaşlarım, bakın bir yanlış nerelere getiriyor. Birdenbire Türkiye bütün dünyanın tepkisini çekecek, hiçbir şekilde insani bir nitelik taşıdığı söylenemeyecek olan ve bizi uluslararası kamuoyunda güç duruma sokacak intikamcı bir tavrın içine soktu. Yani onlara sen izin vermişsin, göz yummuşsun, gelmesini kabul etmişsin. Neye aykırı olarak? Yasalara aykırı olarak, yasaları işletmemişsin, Türkiye’de işsizlik olduğu hâlde, insanlarımız çalışacak iş bulamaz olduğu hâlde, sen, sadece Ermenistan’dan değil, eski Sovyetler Birliğinde bulunan pek çok toplumdan Türkiye’ye izinsiz gelip insanların yerleşmesine, çalışmasına göz yummuşsun ama şimdi bir yanlışın dolayısıyla Amerika’yla karşı karşıya gelince, İsveç’le karşı karşıya gelince onlara yönelik doğrudan etkin önlemler alamıyorsun, almayı düşünemiyorsun, yanlışın özünü, temelini protokolü askıya almaya cesaret edemiyorsun ama tutuyorsun senin buraya gelmesine göz yumduğun yabancılara rehine muamelesi yapıyorsun, acısını onlardan çıkarırım ha diye şantaj yapmaya kalkıyorsun. (Alkışlar) Değerli arkadaşlarım, bunun tutar tarafı var mı? Böyle bir şantajın Türkiye’ye etkinlik kazandırması, saygınlık kazandırması, iddialarına geçerlilik kazandırması söz konusu olabilir mi? Tam tersine Türkiye’yi en olumsuz noktaya sokuyorsun. Yani kısaca, değerli arkadaşlarım, bu kadar haklı olduğumuz, bu kadar tutarlı olduğumuz, bu kadar insani duygularla bugüne kadar getirdiğimiz politikayı dünyada perişan etmek için yapılabilecek tek şeyi Başbakan buldu ve uyguladı. Başbakanın bu kararıyla en haklı olduğumuz noktada haksız duruma düştük, en doğru olduğumuz yerde yanlış yapan ülke konumuna düştük. Biz haklıyız, biz doğru politika yürütmüşüz ama şimdi sanki haksız olan bizmişiz gibi bir nokta ortaya çıktı. Niçin? Başbakanın keyfî, tutarsız, yanlış, tepkisel tavırlarından. O tavırların işleyeceği yer var, işleyemeyeceği yer var. Dış politika bu işleri o kadar kolay kaldırmaz. Değerli arkadaşlarım, büyük yanlış olmuştur, çok büyük bir yanlış olmuştur ve Başbakan bir büyük çam devirmiştir. Türkiye’ye zarar veren bir gaf yapmıştır. Çok ciddi şekilde bir gaf yapmıştır ve Türkiye’ye çok ciddi zarar vermiştir. Bunun anlaşılması lazım. Türkiye’nin bu konudaki gerçek tutumunun dünya tarafından doğru bir biçimde anlaşılmasını sağlamamız lazım. Bizim davranışımız o değil, bizim davranışımız başka, biz olayın esasıyla meşgulüz. Ermenistan’la aramızda ilişkilerimizin düzelmesi için sadece Türkiye’ye sen şunu yap, senden bunu bekliyorum demek yetmez, Ermenistan’ın da atması gereken adımlar vardır, onun mutlaka sağlanması gerekmektedir. O sağlanmadığı sürece de bu sorunlar sıfır çözüm lafıyla kendiliğinden ortaya çıkmaz. Değerli arkadaşlarım, bu ders umarım, alınmıştır. Ama Türkiye’ye ciddi şekilde zarar veren bir uygulama olmuştur. Bütün böyle iddialı, böyle acele sorun çözmeye yönelik, bu sorunlar nereden kaynaklanıyor, altında ne yatıyor, daha önce ülkeyi yönetenler acaba hangi duygularla bu konuda belli davranışları sergilediler, onlara değer vermeden, saygı göstermeden, tarihi süreci doğru anlamadan işin içine daldığınız zaman ortaya çıkacak manzaralar bunlar. Bunun diğer örneklerini de hepimiz çok iyi biliyoruz.
 
Değerli arkadaşlarım, ayrıntılarına girmek istemiyorum bu konunun. Önümüzde çok temel bir konu var, Anayasa değişikliği konusu. Hükümet nihayet ağzındaki baklayı çıkardı. Uzun bir süreden beri kenarından köşesinden toplumda konuşulan, tartışılan, irdelenen bu konu artık resmiyet kazanmaya başladı, bir yeni aşamaya geldik. Önce şunu söylemeliyim: Bu noktaya gelinmiş olması bizim için hiç sürpriz değildir. Hatırlayacaksınız, biz buralarda çok uzun bir süreden beri bu hükümetin niyetinin, AKP’nin niyetinin yargıyı ele geçirmek olduğunu, bu doğrultuda hazırlık yaptığını ve bu konuda harekete geçeceğini ifade ediyorduk. Değerlendirmelerimizi yapıyorduk, eleştirilerimizi yapıyorduk, bize, AKP çevreleri de diyordu ki, “Daha ortada tasarı yok, daha ne yapacağımızı bilmiyorsunuz, niye birdenbire karşı çıkıyorsunuz. Bir inceleyin, bir bakın, nedir bu peşin fikirle bu işi reddetmek” diyorlar idi. Çarşambanın gelişi salıdan bellidir. (Alkışlar) Eğer çarşambadan belli olacaksa perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Şimdi, açıkça görüldü sizin ne yapmak istediğiniz ortada. Değerli arkadaşlarım, bakınız bu iktidarın yargıyla problemi var. Sadece yargıyla problemi yok, bu iktidarın anayasamızın temel ilkeleriyle, temel anlayışıyla, cumhuriyetin temel anlayışıyla uyumsuzluğu var, sıkıntısı var. Önümüze gelen tablo bu sıkıntının her aşamada yansıması şeklinde ortaya çıkıyor. Yani bu anayasa göre ben görevi aldım, görevimi yapacağım, yetkimi halka, millete hizmet için değerlendireceğim, ülkenin gündemine sahip çıkacağım ve bu doğrultuda üzerime düşenleri yerine getireceğim demiyor. Ne diyor? Ben, yönetmek üzere geldiğim iktidarı devleti, cumhuriyeti yeniden kendi zihniyetime göre yapılandırmak için devlet olanaklarını, gücünü kullanarak bir fırsat olarak değerlendireceğim diyor. Devleti yeniden tanımlayacağım, devleti yeniden oluşturacağım. Değerli arkadaşlarım, devletin yeniden oluşturulması ihtiyacı varsa bunun nasıl yapılacağı bellidir. Bu, bir parti işi değildir. Bu ancak ortaklaşa ülkenin tümünün bir biçimde bir parçası olduğu bir süreçle, elbirliğiyle, işbirliğiyle, müzakere ederek, teklif yaparak, katkı vererek, müzakere ederek, sürekli halkın desteğini arkasında hissederek canlı, dinamik, meşru bir demokratik sürecin içinden çıkar devlete yeniden şekil vereceksek. Ben gelmişim, yüzde 47 ile gelmişim, şimdi oyum düşmüş yüzde 30’ların altına, parlamentoda rahat bir çoğunluğum var, giderayak, iktidarı kaybedeceğim gözüküyor, ben gitmeden önce acaba devleti yeniden kendi hesabıma göre, kendi partisel çıkarıma göre şekillendiriversem buna kim karşı çıkacak bunu yapayım anlayışıyla bu işe girilmiştir. Türkiye’de, değerli arkadaşlarım, şu anda halkımızın ülkeyi yönetenlerden ne beklediği ortadadır. Toplumun bizden ne istediği bellidir. Anayasa Mahkemesini, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunu kendi kafana göre şekillendir, parti kapatma konusunu işlemez noktaya getir, benim derdim bu, benim sorunum bu diyen bir toplumsal talebin muhatabı değiliz. Hepimiz her gün vatandaşlarımızla temas hâlindeyiz. AKP de zaten bunları yapacağım diye gelmedi, bunları yapmak için yetki istemedi. Yargı bağımsızlığı konusunda çok açık taahhütleri var. Değerli arkadaşlarım, AKP ne dedi gelirken? “İşsizlik bitecek” dedi. Bir temel taahhüt, bitmedi, arttı, tarihi rekor kırdı. Hatta Başbakan “Her üniversiteyi bitirene iş vermek benim görevim değil” dedi, böylece millete, iş verme yükümlülüğü taşımıyorum diye de “işsizliği ortadan kaldıracağım” diyen Başbakan, herkese iş vermek zorunda değilim tavrının içine girdi. Yüzde 47’yi alırken bunu söylüyordu. “Yoksulluk bitecek” diyor idi; bitmedi, arttı. Bugün binlerce çocuk yatağa aç giriyor Türkiye’de ve bunun tek sorumlusu hiç şüphe yok ki Sayın Başbakan ve onun izlediği ekonomi politikasıdır. Bu iktidarı yönetenler, Türkiye’yi yoksullaştırmışlardır, çok büyük bir yoksulluk sorunu ülkenin gündemine gelmiştir. “Yasaklar kalkacak” dedi Başbakan ama Türkiye bir korku imparatorluğuna döndü. Herkes telefonlarının dinlendiğinden kaygı içinde, herkes, acaba, benim hakkımda birisi bir imzasız mektupla bir ihbar yapar mı? Acaba, bir gizli tanık çıkar, beni bir şekilde suçlar mı? Acaba, şunları kırmıştım, küstürmüştüm, bu iktidara karşı çıkmıştım, bana da bir kulp takarlar mı diye çiftçisinden en büyük iş adamına kadar, memuru, aydını, gazetecisi herkes işini yaparken korku içinde değerli arkadaşlarım. Acaba, yazdığım bu cümle, bana ya da gazeteme bir zarar verim mi yüreğinde bu korkuyu hissetmeyen bir yazar yoktur Türkiye’de, bir gazeteci yoktur Türkiye’de. Ne oldu? Yasakları kaldıracaktık, özgürlük duygusunu egemen kılacaktık. Yolsuzluklar bitecekti, Türkiye yolsuzluklar cenneti oldu iktidarın himayesinde, iktidarın öncülüğünde. En büyük yolsuzlukların arkasında iktidarın parmağı var. Özelleştirme uygulamaları, diğer pek çok uygulama hepsi iktidarla ilgili. Başbakan kendisine bağlı yayın yaptıracağım diye, devletin bankalarından 750 milyon dolar kredi alıyor; bu bir gerçek, bu bir olay. Kitabına bile tam uydurulmadan bunu yapıyor. Bunlar büyük yolsuzluklar değil mi? Ne oldu yolsuzluklarla mücadele edecektin? Yolsuzluklara öncülük yaptın. Millet, sana, bu uygulamayı yap diye değil, o taleplerini, o taahhütlerini yerine getir diye destek verdi. “Kriz bizi teğet geçti” diyor idi, teğet meğet geçmedi, işsizlik Türkiye’nin en temel konusu hâline geçti. “Çiftçi, ürettiği ürünün hakkını alacak” diyordu. Çiftçi ürettiği ürünü üretemez hâle geldi. Batman’daki, Adıyaman’daki vatandaş tütün ekemez hâle geldi. Pancar ekenler pancar ekemez hâle geldi. Pamuk ekenler pamuk ekemez hâle geldi. Çiftçinin, sen, ürününün karşılığını vermeyi bırak, ürününü ekebilir olmaktan çıkardın. Türkiye Yunanistan’dan pamuk alır hâle geldi. “Emeklilerin artık huzur içinde yaşayacağı bir dönem gelecek” diyordun, en büyük darbeyi emeklilere vurdun. 1,83 zam yaptın, sadece bir aydaki hayat pahalılığı o zammı aldı götürdü, 11 ay emekli açıktan yer, cepten yer hâle geldi.
 
“Esnaf devlete yük olmadan huzur içinde çalışacak” dedi, siftah yapamaz hâle getirdi, AVM’ler ezdirdi “Siz de birleşin” dedi bakkallara, “Siz de AVM açın” dedi, Türkiye’nin şartlarından, gerçeklerinden kopuk bir anlayış sergiledi.
 
“Doğu ve Güneydoğu kalkınacak, dengesizlik ortadan kalkacak” dedi, tam tersi oldu. GAP olduğu yerde durdu, oradaki fabrikalar kapatıldı, satıldı, işsizlik o bölgenin en temel hâline geldi ve Türkiye’de geçmişte bile Güneydoğu’nun, Türkiye’nin milli gelirinden aldığı pay bugünkünden daha yüksekti, onu da onun altına indirdi, 7,7 idi, şimdi 2006’da 7’nin altına indi güneydoğunun Türkiye içindeki konumu. Sanayici desteklenecekti, sanayici desteklenmedi falan.
 
Değerli arkadaşlarım, şimdi böyle bir tabloyla karşı karşıyayız, Anayasa değişikliğine, genel çerçeveye dikkatinizi çekiyorum. Sen bunları anayasayı değiştireceğiz diye mi bu milletten oy istedin, bunları yapacağım diye oy istedin, yaptın mı bunları? Tam tersini yaptın. Verdiğin sözleri tutmadın, halk bu noktalarda sana tepki içinde, sen onun hesabını ver. (Alkışlar) Ekonomik ve sosyal sorunlar altında hükümet ezildi. Halkın ekonomik, sosyal sıkıntıları altında hükümet ezildi. Bakın çıkardığı bir kanunla, her üç ayda bir Ekonomik ve Sosyal Konseyin toplanacağı öngörülmüştü kanuna bağlı yönetmelikle. Ekonomik ve Sosyal Konsey toplanacak her üç ayda bir, yani işçisi, işvereni, esnafı herkes konuşacak. Değerli arkadaşlarım, Ekonomik ve Sosyal Konseyin son toplantı tarihi 9 Şubat 2009’dur, bir yılı geçti, Konseyi toplantıya çağırmaya bile cesaret edemedi. Ne yapıyor? İşçiyle uğraşmıyor, Tekel işçisinin sorununu çözmüyor, çiftçinin sorununu çözmüyor, hâkimlerle, savcılarla uğraşıyor. Bu iktidarın işi gücü mahkeme kapısıdır. Daha dur, mahkemeyi senin düşünmen gereken günler gelecek de, şimdi iktidardasın sen. (Alkışlar) Şimdiden korku bacayı sardı. Şimdi yaşan olayların arkasında, değerli arkadaşlarım, bu var. Bu anayasa değişikliği tasarısı bir AKP prodüksiyonudur hiç kuşku yok, bir made by AKP, AKP tarafından yapılmıştır, bir AKP üretimiyle karşı karşıyayız. Yani bir anayasadır değişikliği söz konusu olan, Anayasa 70 milyonu ilgilendiriyor. Sadece şu anda yaşayan 70 milyonu değil, henüz doğmamış, doğacak çocuklarımızı da ilgilendiriyor. Daha on yıllar boyunca bu anayasa yürürlükte olacak, doğmamış çocukları da ilgilendiriyor. Sadece Meclisteki partilere oy vermiş vatandaşları değil, oy vermiş Mecliste temsil edilememiş o vatandaşları da ilgilendiriyor. Sandık başına gitme ihtiyacını hissetmemiş, protesto etmiş, o vatandaşlarımızı da ilgilendiriyor, herkesi ilgilendiriyor, bütün Türkiye’nin meselesi. Bu kadar geniş bir anlamı olan bir anayasal düzenlemeyi siz nasıl olur da kendi parti mutfağınızın iç işi diye düşünebilirsiniz. AKP kendi içinde bu değişiklik konusunda alınacak kararların tümünü almış, hangi maddeleri değiştirelim, hangilerine el atmayalım, nasıl değiştirelim bunların kararını kendisi almış. Kimseyle istişare etmiş değil, kimseye danışmış değil, ne bu memleketin hukuk otoritelerinin bilgisi var, ne üniversitelerinin bilgisi var, ne yargı kurumlarının bilgisi var, ne hukuk camiasının bilgisi var, ne siyaset camiasının bilgisi var, ne Türkiye’deki işçilerin, sendikaların bilgisi var, ne esnafın bilgisi var, ne iş adamlarının bilgisi var kimse bilmiyor. Kim biliyor? Başbakan ve yanındakiler. İmza atanlar da bilmiyor ha. O imzayı aldı, topladı, o imzayı atanlar da bilmiyor nasıl bir anayasa değişikliği gelecek. Böyle bir şey olur mu değerli arkadaşlarım? Bunu hazırlamış, diyor ki “Üç gün süre size.” Ee başka emrin? Üç gün içinde evet, hayır, bildirin gereğini yapıyoruz. Hayırlı olsun… Hayırlı olsun… Değerli arkadaşlarım, böyle anayasa değişikliği olmaz. Olursa bu, Anayasa olarak millet tarafından benimsenmez. Şimdi önümüzde bir taslak var. Bu, AKP’nin siyasi desteğini kaybetmeye başladığı, seçimlere bir yıl kadar bir sürenin kaldığı, giderayak bir parlamentonun üçte 2’si normal olarak değişecek bir parlamentonun, halk desteği kaybolmuş olan bir parlamentonun, halk desteği kaybolmuş olan bir siyasi partinin üst yönetiminin kendi hesapları, kendi ihtiyaçları doğrultusunda Türkiye’ye dayatmaya çalıştığı bir anayasadır. Değerli arkadaşlarım, 12 Eylül Anayasası, 12 Eylül Anayasası diyoruz ve onu değiştirmek istiyoruz ama biz, 12 Eylül Anayasası gitsin, yerine AKP anayasası gelsin diye bir anlayışı hiçbir şekilde kabul etmiyoruz. (Alkışlar) Yani bu bir AKP anayasası. Bu anayasa AKP anayasası da ne oluyor peki AKP anayasası oluyor? Bu anayasa yargıyı AKP yargısı hâline getiriyor. Yargı artık bildiğimiz yargı olmaktan çıkıyor, bir AKP yargısı hâline dönüşüyor. Değerli arkadaşlarım, 12 Eylül rejimi dahi, bundan önceki askeri müdahale dönemleri dahi bizim cumhuriyetimizin ana sütununu oluşturan yargının siyasi kontrol altına girmesi doğrultusunda bu iktidarın şimdi denediğini yapmayı aklından dahi geçirememiştir, geçirmemiştir, istese bile geçirememiştir. Yargı çünkü bizim anayasal rejimimizin özüdür, temelidir, güvencesidir. Değerli arkadaşlarım, bakın ısrarla bir süreden beri ben bir şey söylüyorum. Diyorum ki, siyaseti camiye sokmayın, siyaseti kışlaya sokmayın, siyaseti mahkemeye sokmayın. Şimdi bunlar, benim kişisel tekliflerim değil, bizim milletçe hepimizin ortak, kutsal inançlarımız, bunlar bizim barış içinde, huzur içinde yaşamamızın temel güvencesi. Kimse, benim camim diyememelidir, cami kimsenin olmamalıdır. Cami bütün Müslümanların olmalıdır, herkesin olmalıdır, hepimizin olmalıdır. (Alkışlar) Eğer sen, camiyi alıp da ayrıştırırsan, orayı kendi alanın hâline dönüştürürsen yanlış olur. Bakın konuşmamın başında söyledim. Sultangazi’deki Sultan Süleyman Camiinin İmamı Ahmet Sevim, ne güzel davranmış. Değerli arkadaşlarım, camiye müdahale etmeyin. Camiyi özelleştirmeyin, cama ammenin, kamunun, hepimizin. Ne demektir camiyi siyasete sokmayın demek? Anayasamızın bu konudaki temel anlayışını koruyun. Ne oldu? Bu iktidar, daha kısa bir süre önce, Anayasa Mahkemesinin oybirliğiyle, dini siyasete alet eden, laikliğe karşı eylemlerin odak noktasında olan bir parti olarak mahkûm oldu, hüküm verildi hakkında. Yani en temel bir ilke, göz göre, bu iktidar tarafından, mahkeme kararıyla ihlal edilmiş oldu, bir temel gerçek. İkinci temel ilke, kışlaya siyaset sokmayın, kışlayı partiselleştirmeyin. Partinin kışlası, partinin ordusu yapmaya kalkmayın. Şunu beğenmiyorum o gitsin, bunu beğenmiyorum o gitsin diye müdahale etmeyin. Canım, nereden çıkarıyorsun, zaten eden mi var, böyle bir konu yok deme imkânımız maalesef kaybolmuştur. Şimdi bu tehdit işliyor. Bu da vahimdir, bunun da çok vahim sonuçları olur. Canım biz yaparız, kimsenin ruhu bile duymaz; cami bizim cami olur, herkes de hazmeder; kışla bizim kışlamız olur, kimsenin ruhu bile duymaz, kimsenin mecali çıkmaz, herkes teslim olur, herkes bunu içine sindirir, içine sindirmeyenleri tehdit ederiz ve duruma hakim oluruz. Peki, şimdi ne var ortada? Mahkeme var. Mahkemeye siyaseti sokmayın, ısrarla üstünde durduğumuz bir temel nokta idi, mahkemeye siyaset sokmayın. Mahkeme bir siyasi partinin mahkemesi olmasın. Şimdi, değerli arkadaşlarım, işte tam bu noktaya yönelik bir sistemli girişimle karşı karşıyayız. İktidar, tam bu noktanın özüne yönelmiştir. Kendi yargısını, kendi adliyesini AKP’nin yargı düzenini kurmak üzere harekete geçmiştir. Hiç kuşku yoktur, kimse kendisini aldatmasın, efendim demokratikleşmenin gereği, hukukun üstünlüğünü sağlayacağız, falan ülkede böyle, filan ülkede böyle bunların hepsi geçersizdir, bahanedir, kullanılan birtakım mantıklardır, işin özü, AKP’nin kendi yüksek yargısını kurma teşebbüsüdür. Şu anda anayasa değişikliği bize çok açık bir bunu göstermiştir.
 
Değerli arkadaşlarım, bu anayasa paketinde, işte 26 madde var, 23 konu, 3 geçici madde, bunların hepsini siz bir kenara koyun, üç temel konu var. Bu iktidarı ilgilendiren, bu iktidarın asıl hedef diye seçtiği üç konu vardır. Gerisi hepsi, yemeğin etrafındaki süslerdir, garnitürdür, süslemedir, kenar süsüdür. İşin özü üç temel konudur; Anayasa Mahkemesi, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu, üçüncü konu da siyasi partileri denetleme işlevini yargıdan alıp denetlenecek olan siyasetçilerin kararına bağlama girişimi, yani siyaseti yargıdan kaçırma, hukuki denetimden, anayasal denetimden siyasi partiyi koparma, hukuk dışına çekme, hukuku da siyasetin emrine sokma. Anayasa Mahkemesi artık bu anayasanın mahkemesi olmaktan çıkacaktır, bu yasa geçecek olursa hiç kuşku duymuyorum, AKP’nin anayasa mahkemesi olacaktır. (Alkışlar)
 
Şimdi, değerli arkadaşlarım, bakın Anayasa Mahkemesi üye sayısı 19’a çıkmış, 3 üyeyi Türkiye Büyük Millet Meclisi seçecek, bu 3 üyenin 2’si Sayıştay’dan seçilecek, 1’isi baroların göstereceği adaylardan seçilecek, Cumhurbaşkanı geriye kalan 16 üyeyi seçecek. 3 üyeyi Meclis seçecek, 16 üyeyi cumhurbaşkanı seçecek. Şimdi, cumhurbaşkanı, 5 üyeyi avukat, yönetici ve raportör kimliği olanların içinden doğrudan kendisi seçecek. 5 kişiyi diyecek ki şu şu 5 kişi anayasa mahkemesi üyesidir. Aranan tek şart, o yaş vesaire dışında, avukat olması, yönetici olması ya da raportör olması. 2’sini vatandaşların arasından seçecek, 72 milyondan da 2 kişiyi seçecek ve doğrudan seçecek, böylece 7 kişiyi, o 16 kişinin 7’sini doğrudan kendisi uygun gördüğü gibi belirleyecek cumhurbaşkanı. Efendim geriye kalan 9 üyeyi de şu şekilde seçecek, yine cumhurbaşkanı seçecek de, Yargıtay 3 üye gösterecek, Yargıtay’ın gösterdiği adaylardan 3’ünü Yargıtay’dan atayacak. Hayır, Yargıtay’ın gösterdiği adaylardan değil, doğrudan Yargıtay’dan 3 üyeyi seçecek, Danıştay’dan 2 üyeyi seçecek, 1 üyeyi Askeri Yüksek İdare Mahkemesinden seçecek, 3 üyeyi de YÖK’ten seçecek, tamam mı? (Alkışlar) Yani burada bence RTÜK’ün hakkını yemiş sayın bu yasayı hazırlayanlar. (Alkışlar) Yani RTÜK’ten de buraya üye lazım, Cumhurbaşkanı RTÜK’ten de seçsin.
 
Değerli arkadaşlarım, Yargıtay’dan 3 kişiyi seçecek, başkan ve üyelerden istediği 3 kişiyi; Danıştay’dan 2 kişiyi seçecek, başkan ve üyelerden istediği 2 kişiyi; Askeri Yüksek İdare Mahkemesinden de 1 kişiyi, YÖK’ten de 3 kişiyi cumhurbaşkanı şahsen seçecek, böylece 16 kişiyi cumhurbaşkanı doğrudan ya da işte bu kurullar içinden, 7’si doğrudan olmak üzere seçecek, Meclis de Sayıştay’dan 2, barolardan 1 üye seçecek. Yani bu yargı kurumlarının başkanlarının içine girdiği tepki bu duyguyla ilgilidir. Yani bu seçim sonucunda, arkadaşlarımız hesabı yapmışlar, sadece 4 kişinin hukukçu olması tehlikesi var olabilir, yani bu 19 kişinin sadece hukukçu olmak durumunda olan üye sayısı 3 Yargıtay’dan, 1 de Askeri Yüksek İdare Mahkemesinden, 4 kişidir, 4 hukukçu. Şimdi, değerli arkadaşlarım, yani onların olmayacağına dair bir şey yok. Burada vatandaşlardan seçecek, her hâlde vatandaşları seçerken gereken dikkati Deniz Fenerine göstereceklerdir. (Alkışlar)
 
Değerli arkadaşlarım, şimdi diyebilirsiniz ki, canım ne olmuş, Cumhurbaşkanı. Cumhurbaşkanı bütün Türkiye’nin ortak duyarlılığını, ortak anlayışını elbette gözetecektir. Türkiye’yi kucaklayacaktır cumhurbaşkanı, onun için bu ona emanet edilmiştir, bundan niye rahatsız oluyorsunuz? O seçmeyecek de kim seçecek? Cumhurbaşkanı dediğin cumhurbaşkanı gibi seçer, güvenin diye düşünmek belki mümkündür ama ne yazık ki yaşadığımız deneyim bize bunu göstermiyor. Değerli arkadaşlarım, önce YÖK oluşumu ortaya çıktı. YÖK Başkanı, hatırlıyorsunuz, birbirlerini uyardılar. Dediler ki “Aman ha, dışarıda konuşma böyle.” YÖK Başkanı, YÖK üyeleri ve rektör atamaları bunların hepsi Sayın Cumhurbaşkanının kayıttaki uygulamaları. Bir İzzet Baysal Üniversitesi uygulaması var, unutmak mümkün değil. Siyasetle ilgisi yok. İzzet Baysal’ı kuran aile, orayı finanse eden aile, kurup bir vakıf üniversitesi olarak devlete emanet eden aile ve orada çalışan insanlar oylama yapmışlar, “falan kişi rektör olsun demişler. Aile de gitmiş demiş ki, ya, bu sakın ha, yanlış yapmayın, bu mükemmel bir insandır. Biz biliyoruz, aman bunu yapın. Bakın sizin partilileriniz burada onu değil de, falanı seçtirmek için üniversitede faaliyet gösteriyorlar, kulis yapıyorlar, yemekler düzenliyorlar, sakın bunlara itibar etmeyin” demiş, 80 küsur yaşındaki o üniversiteyi kurmuş olan ailenin mensubu, vakfın başkanı bunu rica etmiş Cumhurbaşkanından. Üniversitede bulunanlar ona oy vermişler. Hayır. Kim seçildi? AKP’nin, milletvekillerinin orada uygun gördüğü insan, bütün bunlar bir tarafa, seçildi ve rektör yapıldı. Uygulamayı söylüyorum size, rektör atamaları böyle. Şimdi biz, yani 19 Anayasa Mahkemesi üyesinin 16’sını sen seç diye Sayın Cumhurbaşkanına bu görevi vereceğiz, Cumhurbaşkanı seçilirken demiş ki “Bu yetkiler fazla, bu yetkileri kısın. Cumhurbaşkanı tarafsız, bu tip işlerin içinde olmaması gereken bir noktadadır. Bunları ben istemiyorum” demiş. Şimdi biz, Anayasa Mahkemesinin tamamına yakınını sen belirle diye ona yeni görev veriyoruz. Niye veriyoruz, nedir bunun altında yatan? Bunun altında yatan, Allah’ınızı severseniz, Anayasa Mahkemesinde bulunacak olan hâkimlerimizin elbette hukukçu, elbette işinin ehli, en kaliteli, en nitelikli, dünyadaki benzerleriyle mukayese edilebilir Anayasa Mahkemesi üyeleri olmanın yanı sıra, toplumumuzun birbirinden farklı kesimlerinin de duygularını, düşüncelerini anlayan, tanıyan insanlar olmasını sağlamak mı bu düzenlemenin altında yatan amaç? Bu düzenleme şimdi daha demokratik bir anayasa mahkemesine mi bizi götürecek? Daha hukukun üstünlüğünün etkin olacağı bir noktaya mı bu anayasa mahkemesi yapısı bizi taşıyacak, bunun için mi yapıldı bu? Ben öyle düşünmüyorum. Ben, bu mahkeme yapısının, yarın, anayasa mahkemesi Yüce Divan olarak belki Sayın Cumhurbaşkanını yargılama durumunda olabileceği bir konumu var. (Alkışlar) Bugünkü Başbakanı, bugünkü bakanlar kurulunu yargılaması söz konusu olan mercidir Anayasa Mahkemesi. Şimdi, yarınki Yüce Divanı oluşturacak heyeti, demokrasinin icabı, hukukun icabı laflarını bir tarafa bırakın, ciddi olun, Türkiye gerçeğini bilin, AKP gerçeğini bilin, Başbakanın siyaset anlayışının altında nelerin yattığını bilin ve açıkça görün ki bu bir korku etkisiyle hazırlanmış olan anayasa değişikliği projesidir. Yarın korkusunun, Yüce Divan korkusunun önlenmesi için getirilmiş bir anayasa projesidir. (Alkışlar) Böyle bir anayasa mahkemesi, önüne gelen konularda, anayasaya aykırılık iddiaları konularında hukukun gereğini daha adaletli ve daha tarafsız yapacak öyle mi? Yani o meşhur, bizim Cumhuriyet Halk Partisi olarak götürdüğümüz, mayınlı arazilerin temizlenmesi hâlinde oradaki arazileri yerli yabancı ayırmadan herhangi bir şirket veya bir İsrail şirketine 49 yıllığına vermeyi öngören kanunu iptal ettirmek için yaptığımız başvuru, eğer bu anayasa mahkemesi işlemiş olsaydı, geçer miydi, bunu düşünebiliyor muyduk?
 
Değerli arkadaşlarım, şimdi bakın diğer HSKY da bakacağız. Bazı organlar seçim yaparken, mesela HSKY’ya Yargıtay üye seçiyor. Yargıtay üye seçerken Yargıtay üyeleri 1 tek kişiye oy veriyor. Mesela 3 üye seçecek, 3 üyeyi Yargıtay seçecek, 3 üyeye oy veremiyor, 1 tek kişiye oy veriyor. Böylece çok az oy almış birileri de Yargıtay’ın genel tercihini yansıtmayan belli anlayışlarda üye teklif edebiliyor, bu güvenceye alınmış. Ama mesela, Türkiye Büyük Millet Meclisi Sayıştay’dan üye seçerken herkes seçilecek üye sayısı kadar oy veriyor. Orada bu ayrım yok. Yani her şey düşünülmüş söylediğim gibi. Hiç kuşku yok, bu, baştan aşağı belli bir amacı elde etmek üzere hazırlanmış olan bir tertiptir. Bu anayasa değişikliği bir hukuk arayışıyla, hukuk ihtiyacıyla ortaya çıkmış bir proje kesinlikle değildir.
 
Şimdi, değerli arkadaşlarım, bakın Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun sayısı artırılıyor, 21’e çıkarılıyor. Tabii bakan ve müsteşar orada bulunmaya devam ediyor. Avrupa Birliği diyorlar, Avrupa Birliğinin daima üstünde durduğu en temel konu bunları çıkarındır. Onu Avrupa Birliğine bu noktada yok sayıyorlar. Onun dışında kullanacakları bir teklifle ilgili oradan bir destek varsa onu kullanıyorlar. Şimdi, Cumhurbaşkanı 4 üyeyi yine Hâkimler Savcılar Yüksek Kuruluna atıyor. Anayasa Mahkemesi 1 üye, 1 de yedek, bir asil, bir yedek atıyor. Nereden atıyor? Raportörlerin içinden, raportörlerin içinden 1; Yargıtay 3 üye gönderiyor, 2’si yedek, üyeleri arasından, ama demin dediğim gibi Yargıtay bu seçimi yaparken 1’er oy veriyor. Herkes 1’er oy veriyor, o oy alan adaylar ona göre sıralanıyor, yani 1 Yargıtay üyesi 3 üye seçeceğiz, benim 3 teklifim şudur diyemiyor ama milletvekilleri diyor, tamam mı? Danıştay 1 üye, 1 yedek veriyor. Ayrıca adli yargı ve idari yargı hâkim ve savcıları kendi aralarında toplanarak adli yargı 7 asil, 4 yedek, idari yargı da 3 asil, 2 yedek olmak üzere seçim yapıyor. Şimdi, yani bütün Türkiye’deki, işte birinci sınıf konumuna gelmiş olan diyelim adli yargı mensupları 7 üye seçecekler. Hangi 7 üye? Bütün Türkiye’deki geniş bir heyetin içinden 7 üye. Yani her bir oy verecek olan yargıcın, seçilecek kişilerle ilgili bilgi sahibi olması, onlarla temas kurması, ilişki kurması. Hadi, aday olanlar yola çıkacaklar, gezip dolaşmaya adliyelerde kendilerini tanıtmaya başlayacaklar, bir seçim faaliyeti, en meşru olay değil mi? Gidecek, kendisini tanıtacak, anlatacak, ilişki kuracak ve bir siyasi faaliyettir başlayacak. Meclis 2 üyeyi seçerken Meclis koridoruna üyeler gelecek, kendilerini tanıtacaklar, araya bazı milletvekilleri girecek, aman bu iyidir, kötüdür, aman bizim parti şu, bizim parti bu ve bu şekilde heyetler oluşacak Anayasa Mahkemesi, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu. Değerli arkadaşlarım, bunun hukukla, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu dar bir heyet efendim, sadece yüksek yargı kurumlarını yansıtıyor, onu tabana açalım falan anlayışıyla ilişkilendirilmesi zannediyor musunuz ki hukukun gereğinin yerine getirilmesine yöneliktir.
 
Değerli arkadaşlarım, ikinci temel nokta bu. Üçüncü temel nokta da siyasi partilerin kapatılması konusudur. Siyasi partilerin kapatılması izni artık Meclisten çıkacak. Meclis izin vermedi mi hukuk, gerektiriyor alsa dahi siyaset cevaz vermeden hukuk işleyemeyecek, adalet işleyemeyecek, siyasi ön denetime, siyasi izne müsaadeye, ruhsata bağlı, siyasi ruhsat almadan yargı harekete geçemeyecek. Siyasi ruhsatı nasıl verecekler? Grubu bulunan partilerden 5’er milletvekili bir araya gelecek 15 kişi, Meclis Başkanı 16, bunlar oylama yapacak, falan parti için açılsın mı, açılmasın mı? O falan parti dediği belki grubu olan partilerden biri, o da oy kullanacak açılsın, açılmasın diye. Üçte 2 oy gerekecek, çoğunlukla da olmayacak, üçte 2 oy gerekecek ve ancak bundan sonra olacak. Buradan ruhsat çıkmadı mı dosya hazır olsa dahi o dosya iptal, o dosyadaki bütün şeyler yok sayılacak. Yani değerli arkadaşlarım, bunu bir benzetmeyle ifade etmek gerekirse, bu düzenlemelerin tümü Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu, parti kapatma düzenlemesi çok açık bir şekilde tilkiye kümesteki tavukları emanet etmek anlamına gelmektedir. (Alkışlar) Yani sen, mahkûm olmuşsun, bir daha olmayayım diyor. Peki, bir daha olmamak için Anayasaya saygı göster. Hayır. Ben kendi anayasamı yapacağım ve o anayasayı da size kabul ettireceğim, ondan sonra artık benim anayasamın içinde siz kendinizi bunu yaptınız ve ona göre yaşayacaksınız. Peki, bu kadar böyle düzenleme var, yanına da başka garnitürleri koymuş, işte kadınlara ayrımcılık vesaire, 12 Eylül’ün yargılanması falan. Peki, bunları ayrı ayrı getir oylayalım. Vatandaş, yani 12 Eylül’ün yargılanmasını istemekle Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun yapısı şöyle ya da böyle olsun demek aynı sepetin içine sokulabilir mi? Biri bir türlü bir tercih, öbürü başka türlü bir tercih. Hayır, hepsi beraber, hepsi beraber. Çıktılar, memurlara grevli, sendikal hakları ve toplu sözleşme hakkını vereceğiz diye. Şimdi diyorlar ki, toplu sözleşme hakkını vereceğiz. Toplu sözleşme hakkı zaten onlarda, bunları yapıyorlar. Ne oldu? Şimdi, bütün bunların hepsini bir tek evet, ya da hayır’a bağlayacağız. Şimdi, bunun demokrasi anlayışıyla, hukuka saygı anlayışıyla, milli iradeye saygı anlayışıyla gerçekten anayasa değişikliği konusundaki halkın tercihinin açıkça ortaya çıkmasını sağlama
 
Kemal SAĞ Facebook Sayfası
Yeni Adana Gazetesi
Merhaba Gazetesi
Radyo Seyhan
Kanal A
Ekspres Gazetesi
Serbes Haber
Adana Haber Net
Adana Haber
Haberler.Com
TBMM
 
 
Online : 14 , Ziyaretçi: 1179786 , Sayfa gösterimi: 8921307Yönetim